Dilek Duası  

Go Back   Dilek Duası > DİNİMİZ İSLAM > Kur'an-ı Kerim > Kur'an-ı Kerim Tefsiri

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Ö.N.Bilmen 103 Asr Suresi doguasya Kur'an-ı Kerim Tefsiri 1 15-01-13 00:42
Ö.N.Bilmen 61 Saf Suresi doguasya Kur'an-ı Kerim Tefsiri 0 26-11-11 21:32
Ö.N.Bilmen 72 Cin Suresi doguasya Kur'an-ı Kerim Tefsiri 0 26-11-11 21:13
Elmalılı H.Yazır 43 Zuhruf Suresi Meali doguasya Kur'an-ı Kerim Meali 0 25-11-11 03:20
43 Zuhruf Suresi Arapça Okunuşu doguasya Sureler 0 23-11-11 22:46

Yeni Konu aç Cevapla
Seçenekler Stil
Okunmamış 26-11-11, 22:23   #1 (permalink)
doguasya
ziyaretçi
 
Mesajlar: n/a
Konular: 6
Standart Ö.N.Bilmen 43 Zuhruf Suresi

Ö.N.Bilmen 43 Zuhruf Suresi

Bu mübarek sûre Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Seksen dokuz âyet-i kerîmeyi içermektedir. "Hâ, Mim" ile başlanılan sürelerin dördüncüsüdür. Şûra süresini müteakip indirilmiş, o sürenin nihâyetinde işaret edilen ruhun manevî hayatın medarı olan Kur'an-ı Kerîm'in nasıl bir kitap olduğunu açıklamıştır. (35) inci âyet'i kerîmesindeki yaldızlı ziynet, altun ve gümüş mânasına olan "Zuhruf" kelimesi münâsebetiyle bu mübarek süreye böyle "Zuhruf Süresi" adı verilmiştir. Başlıca konuları şunlardır:
1. Kur'an-ı Kerim'i tavsif etmek, Resül-i Ekrem'in o ilâhî kitap ile insanları İslâm dinine davet etmekle emrolunduğunu beyân etmek.
2. Müşriklerin Hz. Peygamberi yalanlamaya cür'et etmiş olduklarını. Meleklere Allah'ın kızları demekte bulunduklarını ve semâları, yeri Cenab-ı Hak'kın yaratmış olduklarını itiraf ettikleri hâlde putlara tapınmaktan geri durmadıklarını kınamak.
3. Kâfirlerin atalarını körü körüne taklit ederek ilâhî dini kabulden kaçındıklarını beyân ve bu yüzden kıyamet gününde nasıl azaplara mâruz kalacaklarını ihtar etmek, mümin kulların ise o gün korkudan, hüzn ve kederden emin olarak cennetlere ve nice nimetlere nail olacaklarını müjdelemek.
4. İnsanlara âid üstünlüğün maddî servetlerle, altın ve gümüş ile değil, güzel bir itikat ile, güzel ahlâk ve amellerle mümkün olduğuna işaret etmek, peygamberlik ve risâletin hangi zâtlara ihsan buyurulmuş olduğunu açıklamak.
5. Resül-i Ekrem'e teselli vermek üzere Peygamberlerin babası Hz. İbrahim gibi bâzı peygamberlerin kıssalarına işaret etmek ve sapıklara karşı hâkimce bir üslup ile hareket edilmesini tavsiye etmek.


1. Hâ, Mim.
1. Bu mübarek âyetler, Kur'an-ı Kerim'in nasıl bir hidâyet rehberi olup Levh-i mahfuzda sabit bulunduğunu, onun peygamber tarafından tertip edilmiş bir eser olmadığını bildiriyor. Bir takım kâfirlerin kaçınmalarına rağmen bir ilâhî rahmetin tecellîsi olmak üzere o apaçık kitap ile halkın irşadına devam edileceğini müjdeliyor. Eski inkarcıların asr-ı saadetteki inkarcılardan daha kuvvetli, daha varlıklı oldukları hâlde Peygamberlerine karşı göstermiş oldukları hürmetsizlikten dolayı ilâhî azaptan yakalarını kurtaramamış olduklarını ihtar ile o eski kavimlerin tarihî hâllerine dikkatleri çekmektedir. Şöyle ki: (Hâ, Mim) bu kelimelere dâir evvelce bilgi verilmiştir.


2. Apaçık bildiren kitaba andolsun ki.
2. (Apaçık bildiren) İnsanlığın muhtaç olduğu en mühim dinî meseleleri, dünyevî ve uhrevî selâmet ve saadete vesîle olacak vazifeleri, ahlâkî hareketleri izah eden (Kitaba) Kur'an-ı Kerîme (and olsun ki,) şu yüksek beyânlar, hakikatin tâ kendisidir.


3. Muhakkak biz onu bir arapça Kur'an kıldık, umulur ki, siz düşünürsünüz.
3. Evet.. (Muhakkak ki, biz onu) o apaçık kitabı (bir arapça Kuran kıldık) Resûl-i Ekrem'in kendi lisânı üzere inzal ettik, onu en geni; en ebedî olan bir lisân ile bütün insanlığa hitabeder bir şekilde insanlığa ihsan buyurduk, (umulur ki, siz düşünürsünüz) O kitabın yüce hitaplarını düşünür, anlarsınız, hakkınızda ne kadar fâideli olduğunu takdir edersiniz.


4. Ve şüphe yok ki. O, katımızdaki ana kitapta elbette pek yüksektir, çok hikmetle vasıflanmıştır.
4. (Ve şüphe yok ki: O) Mukaddes kitap, o muazzam Kuran (katımızdaki ana kitapta) levh-i mahfuzda veya ezelî ve ebedî olan Allah'ın ilminde (elbette pek yüksektir.) kadri pek yücedir ve (çok hikmetle vasıflanmıştır.) Çünkü insanlığa en mühim dinî haki kat I arı telkin etmektedir. Nice hikmetleri, sırları içermektedir, bütün insanlığa hidâyet yolunu göstermektedir. Artık öyle apaçık bir kitabın ebedi bir mucize olduğu, semavî kitaplar arasında büyük bir yere sahip bulunduğu, Allah katındaki yüceliği nasıl inkâr edilebilir?.


5. Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizden Kur'an-ı vazgeçip bertaraf eder miyiz?
5. (Siz) Ey inkarcılar!. Ey o yüksek kitaba karşı düşmanca cephe alanlar!, (haddi aşan kimseler oldunuz diye) Nîmetlerin değerini bilemez, hayatlarını boş yere sarfeden inkarcı kimseler oldunuz diye (sizden o Kur'an-ı vaz geçip bertaraf eder miyiz?.) sizin o câhilce hareketinize göre hakkınızda hemen muamele yaparak sizi helak eyler miyiz?. Bütün insanlığı Allah'ın bir rahmet eseri olarak irşada, aydınlatmaya çalışan o Kur'an-ı Kerim'in indirilişini eksik bırakır mıyız?. Elbette öyle bırakılmayacaktır. O Kur'an-ı Kerim tamamen nazil olarak kıyamete kadar bütün insanlığa hitap edecektir, onlara doğru yolu gösterecektir. Bu ne bir ilâhî lütuf, bunu takdir etmeli değil misiniz?.


6. Halbuki, biz evvelkiler için de nice Peygamber gönderdik.
6. (Halbuki, biz evvelkiler içinde) Geçmiş kavimler arasından (nice Peygamber gönderdik) o cemiyetlere birer Peygamber gönderilmiş, kendileri ilâhî dine davet edilmiş oldu. Şimdi Ey Peygamber!. Sen de kavmine ve bütün insanlığa gönderilmiş bir Peygamber bulunuyorsun. Senden evvelki Peygamberlerin tarihî hâllerini dikkate alarak teselli bul, sana karşı kavminin gösterdiği düşmanlıktan dolayı üzülme.


7. Onlara bir Peygamber gelmiş olmazdı ki, illâ onunla alay eder olmuşlardı.
7. (Onlara) O eski kavimlere (bir Peygamber gelmiş olmazdı ki: İllâ) o kavimler (onunla) o kendilerine gönderilen Peygamber ile (alay eder olmuşlardı) o Peygamberin nübüvvetini kabul etmez, kendisine karşı maskaralıklarda bulunur, o muhterem zâta lâyık olmayan şeyleri isnada cür'et ederlerdi, işte ey Son Peygamber!. Senin kavmin arasındaki inkarcılar da öyle alaycı hareketlere cür'et eden âdi kimselerden başka değildirler. Bu dünyada bu gibi câhilce hâdiseler öteden beri görülmekte bulunmuştur. Sen üzülme!.
"Erbab-ı kemâli çekemez nakıs olanlar"
"Rencide olur dide-i hıfaş ziyâden"
ZIYA PAŞA


8. Artık bunlardan daha şiddetlisini de helak ettik ve öncekilerde örneği geçmiştir.
8. (Artık bunlardan) Asr-ı saadetteki inkarcılardan (daha şiddetlisini) eski kavimler arasındaki daha kuvvetli, daha haşmetli olan kâfirleri (helak ettik) onları o inkârlarının, alaylarının cezasına kavuşturduk, binaenaleyh şimdiki inkarcılar da kendilerini öyle bir cezadan kurtarabilirler mi?, (o evvelkilerin sıfatı geçmiştir.) Eski kavimlerin inkârları yüzünden nasıl felâketlere uğramış olduklarına dâir tarihî misâller, numuneler Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle bildirilmiştir. Artık sonraki inkarcı kavimler de öyle bir felâketten yakalarını kurtaramayacaklarını bir düşünmeli değil midirler?. Sen müteessir olma, ey merhametli Peygamber!. Hak Teâlâ Hazretleri seni dâima destekleyecektir.
Bu âyeti Kerîme, Peygamber efendimiz hakkında vâ'di, inkarcılar hakkında da tehdidi içermektedir.


9. Andolsun ki, onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı?. Diye soracak olsan elbette derler ki: Onları güçlü olan ve her şeyi bilen Allah yarattı.
9. Bu mübarek âyetler, müşriklerin sözleriyle işleri arasında ihtilâf bulunduğunu ihtar ediyor, bütün yerleri, gökleri Cenab-ı Hak'kın yaratmış olduğunu itiraf ettikleri hâlde bir takım mahlükata tapınmaktan geri durmadıklarını bildiriyor. O Kerem Sahibi Yaratıcının yarattığı yerden sulardan ve birçok nakl vasıtalarından nasıl istifâde ettiklerini beyân buyurarak insanları uyanmaya ve Allah'ın zâtını kutsamaya ve nimetlerden dolayı şükür vazifesini yerine getirmeye ve nihayet Allah Teâlâ'nın manevî huzuruna gideceklerini itirafta bulunmaya davet buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. (And olsun ki,) Muhakkaktır ki (onlara) o müşriklere (gökleri ve yeri kim yarattı?. Diye soracak olsan) sana cevap olarak (elbette derler ki: Onları azîz, âlim olan) yâni: Her şeye, düşmanlarından intikam almaya kaadir olan ve göklerde ve yerde olanları, bütün mahlükatının durumunu bilen (Allah yarattı) işte onlar, bu hakikati inkâr edemezler, bilâkis itiraf ederler. Bununla beraber o Yüce Yaratıcıdan başka putlara da taparlar, öyle âciz, fâni şeylere de mâbutluk vasfını vermekten geri durmazlar. Bu ne kadar cehalet!. Ne kadar hakikata muhalefet!.


10. O -Allah- ki: Sizin için yeri bir beşik kıldı ve sizin için orada yollar kıldı, tâki, dosdoğru gidebilesiniz.
10. Allah Teâlâ Hazretleri, Yaratmanın ve mâbutluğun tek olan zâtına âid olduğuna şahitlik eden yaratıklara dikkatleri çekmek için buyuruyor ki: (O) mutlak galip ve her şeyi bilen Allah (ki, sizin için yeri bir beşik kıldı) bir yatak hâline getirdi, üzerinde ikâmet ve istirahat edesiniz diye döşedi (ve sizin için orada) yeryüzünde ı/ollar kıldı) nice caddeler, sahalar meydana getirdi (tâki, dosdoğru gidebilesiniz) yer yüzünün her tarafında gezip dolaşabilesiniz, ticaretle ve diğer bir şekilde istifâde edebilesiniz. Yahut Allah'ın bu lütfunu düşünüp Allah'ın birliğini tasdike, ilâhî dini kabule muvaffak olabilesiniz.


11. Ve O ki, gökten belirli bir miktar su indirmiştir. Artık onunla bir ölmüş beldeye -hayat- neşretmiş olduk. İşte siz de -kabirlerinizden- öyle çıkarılacaksınızdır.
11. (Ve O ki,) O ihsanı sonsuz olan Kerem Sahibi Yaratıcıdır ki; (gökten belirli bir miktar su indirmiştir.) İnsanlığın ihtiyacına, hikmet ve menfaat gereği yağmurları yağdırmaktadır. Fazla yağmur yağdırıp bir daimî Tufanın ortaya çıkmasına meydan vermemektedir. Hiç yağdırmayıp da insanlığın susuzluktan mahvını da irâde buyurmamaktadır. İşte o Kerem Sahibi Yaratıcı, bu lütfunu açıklayarak buyuruyor ki: (artık onunla) O su ile (bir ölmüş beldeye) yâni: Bitkilerden büyüyüp gelişmeden
uzak kaimi; herhangi, bir yer sahasına bir hayat (neşretmiş olduk) orasını yeniden canlanmaya, çeşit çeşit otlar ile, çiçekler ile, meyveler ile bezenmeye muvaffak kıldık, (işte siz de) Ey insanlar, öldükten sonra kabirlerinizden (öyle çıkarılacaksınızdır.) Evet.. Yer yüzünde dâima görülmektedir. Bu çeşitli hâdiseler, yer sahasının vakit vakit canlanıp ne mükemmel bir hâle gelmekte olması, birer kudret delilidir, insanların da öldükten sonra ilâhî kudret ile yeniden hayata kavuşacakları için en kuvvetli bir delildir. Bunları bir ibret nazariyle seyretmeli değil misiniz?.


12. Ve O ki, bütün çiftleri yaratmıştır ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri de yapmıştır.
12. (Ve O ki,) O Yüce Yaratıcı ki: (bütün çiftleri yaratmıştır) çeşitli, birden çok, birbirine benzer, yaratılış eserlerini meydana getirmiştir, hayvanları, bitkileri, ağaçları, çiçekleri, meyveleri ve daha nice eserleri vakit vakit yaratmaktadır, (ve) Ey insanlar!, (sizin için gemileri ve hayvanlardan) otlar, develer gibi (bineceğiniz şeyleri de yaratmıştır.) bunları yaratıp varlık sahasına çıkarmıştır. Vakit vakit nice muhtelif, fevkalâde nakl vasıtalarını da, meselâ: Uçakları vesaire de keşf için insanlara kabiliyet ihsan buyurmaktadır. Bu ilâhî beyân, bütün bunlara işareti içermektedir.


13. Tâki, sırtlarında yerleşip oturasınız, sonra O'nun üzerine yerleştiğiniz zaman Rab'binizin nimetini düşünesiniz ve diyesiniz ki: Bunu bizim hizmetimize veren Rab'bimizin sânı pek yücedir. Halbuki, biz bunu zapt edebilenler değil idik.
13. Evet.. O Kerem Sahibi Yaratıcı, bu kadar çeşitli nakl vasıtalarını size ihsan buyurmuştur (Tâki:) onların (sırtlarında) üzerlerinde (yerleşin) rahatça (oturasınız) dilediğiniz taraflara gidip, seyahatte bulunasınız (sonra onun üzerine yerleştiğiniz zaman) o nakl vasıtası üzerinde karar kılıp tam bir selâmetle yolunuza devama başlayınca (Rab'binizin nimetini düşünesiniz) ne büyük nimettir ki, öyle çeşit çeşit binek hayvanlarını, öyle muhteşem vapurları, trenleri, uçakları sizin istifâdenize tahsis buyurmuştur. Bunları güzelce tefekkür etmelisiniz (ve diyesiniz ki, bunu) bu üzerine bindiğiniz nakl vasıtasını (bizim hizmetimize veren Rab'bimizin sânı pek yücedir) o Yüce Yaratıcı, bütün noksanlıklardan uzaktır, o müşriklerin ona ortak edinmelerinden münezzehtir. Bu vasıtayı da bize boyun eğdiren, itaatkâr kılan ancak o Hikmet Sahibi Yaratıcıdır (halbuki, biz bunu) bu nakl vasıtasını kendi kendimize (zaptedebilenler değil idik.) biz bunu itaatimiz altına alamazdık. Dağlar kadar büyük vapurların demirlerden yapılmış tayyarelerin ve diğer değişik nakl vasıtalarının hepsi de birer ilâhi kudret eseridir, birer ilâhi irâdeye itaatkâr, garip, enteresan, insanlardan daha kuvvetli, fevkalâde şeylerden ibarettir. Bunlardan insanların öyle diledikleri gibi istifâdeye muvaffak olmaları, ancak ilâhi bir lütuf sayesinde mümkün olmaktadır. Artık bundan dolayı o kerîm Haalıkımıza ne kadar şükürde bulunsak yine kulluk vazifemizi hakkıyla yerine getirmiş olamayız. Onun affına sığınırız. İmamı Müslümin, Ebü Davud'un, Tirmizi'nin ve diğer muhaddislerin rivayet ettikleri bir hadis-i şerif, şu mealdedir: Resül-i Ekrem Sallallâhü Aleyhi
Vesellem bir sefere çıktığı zaman devesine binip yola giderken üç kere tekbir alır, sonra da (Zuhruf 43/13) âyeti kerîmesini okurdu. Diğer bir rivayete göre de Peygamber Efendimiz bir yere inince
(Ey Allah'ım bizi mübarek bir yere indir. Sen indirenlerin en hayırlısısın) diye buyurdu. İnsan, sefer hâlinde uyanık bulunmalıdır, yurdundan aynimi;, başka bir yere gitmiştir. Bâzı seferlerin arızalardan uzak olmadığı görülmektedir. Binaenaleyh insan, dâima ve bilhassa sefer hâlinde dua edip Allah'ın himayesine sığınmalıdır ve son âh i ret seferini de düşünmelidir. İşte (14) üncü âyet-i kerîme buna işaret etmektedir.
§ Üstüvâ; Karar kılmak, karar etmek, beraber bulunmak, bir seviyede bulunmak manasınadır.
§ Mııkrinin; de takat getirebilenler, zapt ve rabta güç yetirenler, kaadir olanlar demektir.


14. Ve şüphe yok ki, biz Rab'bimize elbette dönüp gidicileriz.
14. (Ve şüphe yok ki, biz) Öldükten sonra (Rab'bimize) bizi yaratıp yaşatan, besleyen mabudumuzun manevî huzuruna muhasebe ve muhakeme için (elbette dönüp gedicileriz.) Her şahıs dünyadaki amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. Binaenaleyh o gün için hazırlanmalıdır. Gerek ikâmet hâlinde ve gerek sefer hâlinde olsun hiçbir vakit o akıbeti hatırdan çıkarmamalıdır. Dâima Cenab-ı Hak'kın koruma ve himayesine sığınmalıdır, Allah'ın birliğini, ilâhî hâkimiyyetini tasdik etmek ve yüceltmekten dalgın olmamalıdır.


15. Öyle iken Onun için kullarından bir cüz isnat ettiler. Şüphe yok ki, -bu gibi bir- insan elbette apaçık bir nankördür.
15. Bu mübarek âyetler de müşriklerin nasıl birbirine zıt sözlerde, kanaatlerde bulunduklarını bildiriyor. Kendilerine mensub olmalarını bir noksanlık sandıkları âciz kimseleri o Yüce Yaratıcıya nisbet etmekten çıkılmadıklarını bildirerek onların ahmaklıklarını teşhir ediyor. Hak Teâlâ'nın kulları olan melekleri o Ezelî Yaratıcının kızları sanarak gerçeğe aykırı şahitlikte ve mahlûkata ibâdette bulunduklarından dolayı mes'ul olacaklarını ihtar eyliyor. Bir delile dayanmayan câhilce bir iddiaya cür'et ederek kendilerinin müşrikçe hareketlerinden dolayı mazur olduklarını ve atalarının yollarını tâkibeder olduklarını ileri sürdüklerini beyân buyurmaktadır Şöyle ki (Öyle iken) yâni O müşrikler, gökleri ve yeri Cenab ı Hak'kın yaratmış olduğunu itiraf ettikleri hâlde (onun için) O Yüce Yaratıcı için (kullarından bir cüz isnad ettiler) O'nun için çocuk ısbâtına kalkıştılar, melekler Allah'ın kızlarıdır dediler (şüphe yok ki,) bu gibi itikatta bulunan bir (insan elbette pek apaçık bir nankördür.) bir küfürbazdır. Hak Teâlâ'nın yüceliğini, mahlûkatı hakkındaki lütfunu inkâr eden, açık bir küfre düşen bir kimsedir Çünkü melekler, birer mahlûktur, birer yaratıktır Çocuk ise babasının bir parçasıdır, onunla aynı cinstir, çocuk mahlûk olunca babasının da mahlûk olması lâzım gelir Halbuki, Allah Teâlâ ezelidir, çocuktan münezzehtir, bütün mahlûkatı yaratmış, olup o Yüce Yaratıcının birer kudret eseridir. Binaenaleyh o Ezelî Yaratıcıya evlâd isnad etmek o Yüce Yaratıcının da mahlûk, cinsine sahip ve mahlûkatı ile aynı cins olduğunu iddiadır ki, bu şirkten başka bir şey değildir


16. Yoksa O, yaratır olduklarından -kendisine- kızlar edindi de sizlere oğulları mı ayırdı?
16. Ey müşrikler!. Bir kere düşünmez misiniz?. (Yoksa O) Yüce Yaratıcı (Yarattıklarından) mahlûkatı arasından kendisine (kızlar edindi de oğulları size mi ayırdı?.) Böyle bir iddiaya nasıl cür'et ediyorsunuz? Bir kere meleklerin kızlardan ibaret olduğuna nasıl inanabilirsiniz'" Onlar, erkeklikten de dişilikten de uzaktırlar Sonra onlar birer mahlûktur, ilâhlık ve mâbutluk vasfına asla sahip değildirler Onlar âlemin Yaratıcısının evlâdı nasıl olabilirler?. Daha sonra ey Müşrikler' Kız evlâdına nisbetle erkek evlâd daha kuvvetli, daha bilgili, daha seçkin bulunmaktadırlar. O hâlde insanlar öyle seçkin evlâda nail oldukları görülmekte iken Kâinatın Yaratıcısı hâşâ öyle seçkin evlâda mı sahip bulunmuş oluyor?. Bu ne ahmakça bir iddia!. İşte bu, bir küfrden başka bir şey değildir.
§ Isfâ, Seçmek, üstün kılmak demektir.


17. Halbuki, onlardan iri O rahmana bir benzer isnat ettiği ile müjdelen;e, kendisi pek öfkeli olarak yüzü kapkara kesilir.
17 (Halbuki, onlardan biri) O müdriklerden herhangi bir şahıs (o rahmana bir benzer) bir misi, bir ortak (isnad ettiği ile) yâni kız evlâdı ile (müjdelense) bir kızın dünyaya geldi diye kendisine müjde verilse bundan dolayı (pek öfkeli olarak yüzü kapkara kesilir) bir kızı doğmuş, olduğundan dolayı utanır, başkalarının yüzlerine bakamayarak gizlenmeğe başlar Vaktiyle araplar, kız evlâdından dolayı utanırlardı, birinin öyle bir çocuğu dünyaya gelince pek mahzun olur, başkalarıyle görüşmekten utanırdı artık kendilerince hoş görülmeyen evlâdı, Cenab-ı Hak'ka nasıl isnada cür'et etmiş oluyordu?, bunun ne kadar câhilce şuursuzca bir kanaat olduğunu hiç düşünmezler mi idi?.
§ Kezîm, Öfke ile gam ile dolmuş, pek mahzun ve kederli olmuş kimse demektir


18. Yoksa süs içinde yetiştirilecek olup da O mücadele halinde delilini gösteremeyecek olanı mı?, -o rahmana isnat ediyorlar-.
18 (Yoksa) O müşrikler, (süs içinde yetiştirilecek) tezyinat ile kendisine kıymet verilecek (olup da o) bezenilmesine rağmen (mücadele hâlinde delilini gösteremeyecek olanı mı?.) O Rahmân'a isnad ediyorlar? Öyle âciz mahlûklar, dişi denilen melekler o Yüce Yaratıcının kızları olabilirler mi? O müşrikler, meleklere dişilik isnadı sebebiyle de küfre düşmüş oluyorlar da bundan hiç haberleri yok!.
§. Yüneşşeü; Süslenilir ve terbiye olunur demektir. "Hısam" da mücadelede, tartışmada, düşmanlıkta bulunmak manasınadır. "Hilye" de ziynettir.
19. Ve O Rahmanın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaradılışlarında hazır mı bulundular?. Elbette onların şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.
19. (Ve) Müşrikler (o rahmanın) o rahmet ve merhameti kulları hakkında sonsuz olan Kerem Sâhibi'nin (kulları olan melekleri) o seçkin mahlûkları (dişiler kıldılar) onların birer dişi mahlûk olduğuna inandılar (onların yaradılışlarında) bu müşrikler (hazır mı bulundular?.) ki böyle bir iddiaya cür'et gösteriyorlar?, (elbette onların şahitlikleri yazılacak) Meleklerin dişi olduklarına dâir olan gerçek dışı ifâdeleri onların amel defterlerinde kaydedilmiş bulunacaktır, (ve) Onlar kıyamet günü bu iddialarından (sual olunacaklardır) iddialarını isbatdan âciz kalacakları için lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.


20. Ve dediler ki: Eğer O Rahman dilemeseydi onlara ibadet etmezdik. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar başka değil, ancak yalan söylerler.
20. (Ve) O müşrikler, kendilerini mazur göstermek için veya bir alay yoluyla (dediler ki: Eğer o rahman) o Kerem Sahibi Yaratıcı (dilemeseydi) takdir buyurmuş olmasa idi (onlara) o putlara, melekler adına yapılmış olan putlara, şekillere (ibâdet etmezdik) onlara ibâdetimiz, Allah'ın dilemesine dayanmaktadır. Eğer Allah Teâlâ razı olmasa idi bizi bu ibâdetimizden dolayı derhal azaba uğratırdı. Müşriklerin bu iddiaları ne kadar yanlış!. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (onların) O müşriklerin (buna dâir) bu iddialarına âid, kendilerinin Allah'ın rızâsına aykırı harekette bulunmamış olduklarına yönelik (hiçbir bilgileri yoktur) bu hususta dayanabilecekleri bir delilleri mevcud değildir, (onlar başka değil, ancak yalan söylerler.) Bâtıl bir iddiada bulunurlar, Cenab-ı Hak'kın buyurmadığı bir şeyi o Yüce Yaratıcıya isnad etmekten sıkılmazlar.
§ Yahnisûn; Yalan söylerler demektir, "Hars" yalan söylemektir.


21. Yoksa onlara bundan evvel bir kitap mı vermiştik ki, artık onlar O'na tutunuculardır.
21. (Yoksa onlara) O müşriklere (bundan evvel) bu Kur'an-ı Kerim'den önce (bir kitap mı vermiştir ki, artık onlar, O'na) o kitaba (tutunuculardır?.) Halbuki, kendilerine öyle bir kitap verilmemiştir, onlar öyle istinat edecekleri bir kitaba, bir delile sahip değildirler.


22. Hayır... Dediler ki: Şüphe yok, biz babalarımızı büyük bir din üzere bulduk. Muhakkak ki, biz de onların izleri üzerinde -yürüyüp- doğru yolu bulmuşlarız.
22. Hayır... Onların öyle bir dayanakları yoktur, onlar (Dediler ki, şüphe yok, biz babalarımızı büyük bir din üzere bulduk) kendimizden daha akıllı, daha anlayışlı olan atalarımızı kendimize rehber edindik (muhakkak ki, biz de onların izleri üzere) yürüyüp (doğru yolu bulmuşlarız) artık bize itiraza mahal yok!.
İşte o müşrikler, bir delile dayanmayıp sadece babalarını, dedelerini taklit yüzünden o müşrikçe hareketlere devam etmiş ve bunu doğru bir hareket telâkkî eylemişlerdir, kusurları olsa da onun bir ilâhî takdir eseri olduğunu ileri sürerek kendilerini mazur göstermek istemişlerdir. Halbuki: bu pek yanlış bir iddiadır, ne kadar bâtıl bir yol tâkibettiklerini hiç farkında bulunmuyorlar. Bir kanıta, bir delile dayanmaksızın sadece baba ve dedelerinin yollarını tâkibetmek, insanı mes'uliyetten kurtaramaz. Kaza ve kadere gelince: Bilinmektedir ki: Bizim mezhebimize göre kaza: Allah Teâlâ'nın ezelde irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri zamanı gelince o irâdesi doğrultusunda meydana getirmesi demektir. Evet.. O Ezelî Yaratıcı, kullarının istikbâlde kulların kabiliyetlerine ihtiyarlarına göre tecellî etmiş oluyor, yoksa o Hikmet Sahibi Yaratıcı, kullarını zorla o işledikleri amellere sevk etmiş olmuyor ki, kullar bu hususta kendilerini mazur görebilsinler. Evet.. Allah Teâlâ bizleri hikmet gereği bu imtihan âlemine getirmiş, bizlere bir kabiliyet bir irâde kuvveti vermiş ve ilâhî rızâsına uygun olup olmayan şeyleri de
Peygamberleri, kitapları vasıtasiyle bildirmiştir. Artık biz kabiliyetimizi, ihtiyarımızı herhangi bir işe yöneltirsek Cenab-ı Hak da hikmet gereği onu dilemiş ise yaratır, ve bu hâdisenin böyle vuku bulacağını o Ezelî Yaratıcı, ezeli ilmiyle bildiği için onun öyle vukua geleceğini tesbit ve takdir buyurmuştur. Binaenaleyh bu hususta bir zorlama meselesi söz konusu olamaz ve hiçbir kimse kendisini mazur göremez. Herhangi bir fiil, herhangi bir hâdise vücuda gelmeden evvel onun hakkındaki ilâhî takdirin neden ibaret olduğu bize meçhuldür. Bizim vazifemiz, o fiilin yapılması caiz veya vacip ise onu yapmağa çalışmaktır. Caiz değilse onu terk etmektir. Yoksa Allah'ın takdiri ne ise o ortaya çıkar diyerek kendimizi boş bir hâlde bırakamayız. Veya o caiz olmayan fiili işledikten sonra kendimizi mazur sayamayız. Eğer insanlar, Allah'ın takdirinden dolayı yaptıkları fiillerden dolayı mazur sayılacak olsalar, hiçbir kaatilin, hiçbir caninin, mes'ul tutulmaması lâzım gelir.
Halbuki, buna hangi bir akıllı inanabilir?. Allah'ın takdiri böyle imiş diye kendisini mazur gören bir şahsa bir tokat atılacak olsa, acaba o tokatı atanı mazur görür mü? Ya kendisini neden mazur görüyor? Bir kere insaflı düşünmeli değil midir?. Demek ki, o haksızlık yapanın o fiilinde bir tesiri, bir ihtiyarı vardır ki, ondan dolayı mes'ul bulunuyor ve bu mesuliyeti pek mâkul görülüyor. Kısacası: Hiçbir kimse, ilâhî takdir böyle imiş diyerek kendisini gayrimeşrü bir hareketinden dolayı mazur sayamaz.


23. Ve böylece senden evvel bir kasabaya bir korkutucu göndermedik ki, illâ O'nun refah içinde yaşayanları dedi ki: Biz babalarımızı bir büyük din üzere bulduk ve şüphe yok ki, biz de onların izlerine uymuş kimseleriz.
23. Bu mübarek âyetler de müşriklerin öteden beri atalarına âid bâtıl yolları tâkib etmiş ve kendilerini dosdoğru bir yola sevketmek istemiş olan Peygamberlerini yalanlamaya cür'et göstermiş olduklarını sonra o müşriklerden Hak Teâlâ Hazretlerinin intikam almış olduğunu, onların ne fecî bir akıbete uğramış bulunduklarını beyân ile öyle inkarcıları uyanmaya davet buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. Senin zamanındaki bir takım müşrikler (böylece) çirkin, akıl ve mantığa muhalif lâkırdılarda bulundukları gibi (senden evvel) senin Peygamberliğinden önce herhangi (bir kasabaya bir korkutucu) ilâhî azabı ihtar ederek kendilerini uyandırmak isteyen bir Peygamber (göndermedik ki, illâ onun) o kasabanın (refah içinde yaşayanları) onların reisleri, büyükleri, servet sahipleri (dedi ki: Biz babalarımızı bir büyük yol üzere bulduk) onları bir ümmet, yâni: Bir dîne, bir mezhebe bağlı bir cemaat hâlinde gördük (şüphe yok ki, biz onların izlerine uymuş kimseleriz.) onların yollarını tâkibten geri durmayız. İşte eski kavimler de böyle bâtıl bir iddiada bulunmuşlardır, babalarının çıkmaz yollarını tâkibetmekten geri durmak istememişlerdir. Bu asr-ı saadetteki müşriklere mahsus, cahilce bir taklit değildir, eski kavimlerde böyle bir cehaletin kurbanı olmuşlardı.
Bu âyet-i kerîme, Resûl-i Ekrem'e teselli vermektetir ve çok kere dünyevî varlıkların, cahilce taklitlerin sahiplerini böyle zararlı iddialara hareketlere sevketmekte olduğuna işaret etmektedir.


24. Dedi ki: Ya size atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirdimse de mi?. Dediler ki: Şüphe yok biz, kendisiyle gönderilmiş olduğun şeyi inkâr edicileriz.
24. O atalarının çıkmaz yollarını tâkibetmek istemiş olan müşrikleri uyanma dairesine davet için kendilerine Allah tarafından gönderilmiş olan Peygamber, onlara (Dedik ki: Ya size atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu) daha açık, daha ziyade hidâyet ve saadete kavuşturan bir dini (getirdimse de mi?.) yine atalarınızın yollarından ayrılmayacak, yine taklide devam edip duracaksınız?. En yüce, en açık bir dini yine kabulden kaçınacak mısınız?. O Peygamberin bu kadar iyilik sever ihtarına rağmen o müşrikler (Dediler ki: Şüphe yok, biz) ey Peygamberlik iddiasında bulunan zât (kendisiyle gönderilmiş olduğun şeyi inkâr edicileriz.) biz senin tebliğ ettiğin dini kabul etmeyiz, kendi atalarımızın yollarını tâkibten geri durmayız.


25. Artık onlardan intikam aldık, işte bak, O yalanlayanların akıbeti nasıl oldu?.
25. Allah Teâlâ Hazretleri de buyuruyor ki: (Artık onlardan) O Peygamberlerini yalanlayan, ilâhî dini kabulden kaçınan müşriklerden (intikam aldık) onları lâyık oldukları azaplara kavuşturduk, cemiyetlerini mahv-ı perişan ettik (işte bak!. O yalanlayanların) Peygamberlerinin tebligatını kabul etmeyip ilâhî dini inkâra cür'et eyleyen o eski kavimlerin (akıbeti nasıl oldu!.) onlar çeşit çeşit felâketlere uğratılmış, sonradan dünyaya gelenler için birer ibret vesilesi kesilmişlerdir. Artık Ey Son Peygamber!. Seni inkâr edenler de öyle müthiş bir akıbeti düşünsünler. Sen onların inkârlarından dolayı üzülme. Onlar da lâyık oldukları müthiş akıbete kavuşacaklardır. Bu ilâhî beyân, Resûl-i Ekrem hakkında teselliyi, müjdeyi ve onu inkâr edenler hakkında da korkutma ve tehdidi içermektedir.


26. Ve hatırlat!. O vakti ki, İbrahim babasına ve kavmine dedi ki: Şüphe yok, ben sizin ibadet ettiğiniz şeyden uzağım.
26. Bu mübarek âyetler, pek büyük bir zât olan İbrahim Aleyhisselâm'ın tevhid dinine sarılıp baba ve dedelerinin yollarını tâkibetmemiş olduğunu uyulması gereken bir örnek olmak üzere bildiriyor. O Yüce Peygamberin yaydığı tevhid kelimesini kabul etmeleri için zürriyyeti arasında devam etmekte olduğunu haber veriyor. Kureyş
kabilesinin ve atalarının da birçok nimetlere nail olduklarını, fakat kendilerine hak ve hakikati açıkça bildiren Kur'an-ı Kerim ile Son Peygamber gelince o Kur'an-ı Kerim'in bir sihir olduğuna inanarak ona İmandan kaçındıklarını teşhir ediyor. Ve o ilâhi kitabın iki beldedeki iki meşhur şahıstan birine neden nazil olmadığını söylemek cehaletinde bulunduklarını, Cenab-ı Hak'kın da onların bu iddialarını red ile ilâhi rahmetini taksime ve inkarcıların selâhiyetleri olmadığını ihtar buyuruyor. Yüce Yaratıcının dünyevi varlıklarda bile insanları hikmet gereği farklı derecelerde bulundurduğunu, artık en yüksek, en şerefli olan peygamberlik ve risâlet nimetini de uygun gördüğü kuluna ihsan buyuracağını, buna kimsenin itiraza selâhiyetli bulunamıyacağını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) ey son peygamber!, (hatırlat) Atalarını taklide devam eden kavmine hatırlat (o vakti ki, İbrahim) Aleyhisselâm, putlara tapmakta olan (babasına) Azer'e (ve kavmine dedi ki: Şüphe yok, ben sizin ibâdet ettiğiniz şeyden) herhangi bir puttan, (uzağım) onlardan uzak bulunmaktayım.


27. O beni yaratmış olan müstesna. Çünkü, O şüphesiz ki, beni doğru yola erdirecektir.
27. (O beni yaratmış olan) Kâinatın Yaratıcısı ise (müstesna) ben ancak O'na ibâdet ederim, ancak O'nun mâbutluğuna inanırım (şüphesiz ki, O beni doğru yola erdirecektir.) o kerim mabudumuz beni ilâhi dinine nail kılmıştır, beni dâima ibâdet ve itaate muvaffak kılacak, hidâyet yolundan ayırmayacaktır.


28. Ve onu -o ifadesini- zürriyyeti arasında bâkİ bir kelime kıldı. Belki onlar, dönüverirler -diye-.
28. (Ve) İbrahim Aleyhisselâm (onu) o kelime-i tevhidi, yâni: Kendisini yaratmış olan Yüce Yaratıcıdan başkasına ibâdet etmeyeceğine dâir olan ifâdesini "lâ ilahe illallah" cümlesini (zürriyyeti arasında baki bir kelime kıldı) kendi zürriyetine bu kelime-i tevhidi tavsiye etti (belki onlar) o zürriyyetinden olanlar (dönüverirler) Cenab-ı Hak'tan başkasına ibâdeti bırakıp yalnız Allah Teâlâ'ya ibâdet ederler, Hz. İbrahim'in dini olan tevhid dini, İslâm dinine dönerler diye öyle tavsiyede bulundu. Gerçekte Hz. İbrahim'in zürriyeti arasında tevhid dinine bağlı olanlar eksik olmamıştır, kıyamete kadar da olmayacaktır. Kureyş taifesi de İbrahim Aleyhisselâm'a bağlılıkla iftihar ediyorlardı, artık onlar da Hz. İbrahim'in tavsiye etmiş olduğu tevhid dinine, yâni: İslâm dinine dört el ile sarılmalı değil midirler?. Ne yazık ki, bir kısmı bu tavsiyeye muhalefette bulunmuştur. İşte Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:


29. Fakat onları ve atalarını kendilerine O hak ve apaçık Resul gelinceye kadar fâidelendirdim.
29. (Fakat onları) Hz. İbrahim'in zürriyetinden olan Mekke-i Mükerreme ahâlisini (ve) onların (atalarını kendilerine o hak) o hakikati beyân eden Kur'an ile (ve apaçık Resul) Peygamberliği pek parlak mucizeler ile açık bir hâlde belli olan ve desteklenen Muhammed Aleyhisselâm'a (gelinceye kadar fâidelendirdim) onlara uzun ömürler, bolca nimetler ihsan büyürdüm. Ne yazık ki, bu nimetlerin kadrini bilmediler, Hz. İbrahim'in tavsiyesinden gafil bulundular, tevhid dinine muhalif hareketten vaz geçmediler.


30. Ne zamanki, kendilerine hak geldi, dediler ki: Bu, bir sihirdir, ve şüphe yok ki, biz bunu inkâr edicileriz.
30. Evet.. (Vaktaki, kendilerine hak geldi) Kur'an-ı Kerim'in âyetleri indi (dediler ki: Bu) Kuran (bir sihirdir) bu bir ilâhi vahiy eseri değildir (ve şüphe yok ki, biz bunu inkâr edicileriz) biz buna inanmıyoruz. İşte o müşrikler, kendilerini cehalet karanlığından kurtararak en parlak bir selâmet sahasına sevk etmek isteyen öyle pek kutsi bir ilâhi kitabı takdir edemediler, onu inkâra cür'et gösterdiler.


31. Ve dediler ki: Şu Kur'an, iki beldeden bir büyük erkek üzerine indirilmiş olmalı değil mi idi?.
31. (Ve) O müşrikler (dediler ki: Şu Kur'an) yâni: Hz. Muhammed'in teblîğ ettiği ve Allah tarafından indirilmesini iddia eylediği kitap, eğer hakikaten bir ilâhî kitap ise Hz. Mııhammed gibi servetten, makamdan nasibi olmayan bir zâta, değil (iki beldeden) yâni: Mekke-i Mükerreme ile Tâif şehrinden birinde bulunan (bir büyük erkek üzerine indirilmiş olmalı değil mi idi?.) Bu erkekten maksatları, Mekke-i Mükerreme'deki Velîd Bin Muğire'den ve Tâif şehrindeki Ibn-i Mesudissekafî'den ibarettir. O müşrikler, peygamberliğin büyük ve şerefli bir makam olduğunu nazara alıyorlar, böyle bir şerefe ancak dünyadaki fâni servete, bir mevkie nail olanların lâyık olacaklarını düşünüyorlardı. Resül-i Ekrem'in ise zâtındaki yüceliği, ahlâkındaki fevkalâdeliği dikkate almıyorlar, onun dünyevî bir servetten, makamdan nasipsiz olduğuna bakarak onun peygamberliğe erişmesine inanamıyorlardı.


32. Rab'binin rahmetini onlar taksim ediyorlar?. Biz onların aralarında dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bâzılarını bâzısı üzerine dereceler itibariyle yükselttik, tâki, bâzıları iş gördürebilsin ve Rab'binin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.
32. Allah Teâlâ ise onların o düşüncelerindeki hatalarını, o câhilce müptalâalarını red için buyuruyor ki: (Rab'binin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?.) Peygamberlik ve risâleti kendi münâsip gördükleri kimselere mi tahsis etmek istiyorlar?. Bir kere düşünmüyorlar mı ki: (Biz onların aralarında dünya hayatındaki geçimlerini taksim ettik) kendilerini çeşitli geçim sebeplerine sahip kıldık, kimisini zengin ve kimisini de fakir bir hâlde bıraktık (ve bâzılarını bâzısı üzerine dereceler itibariyle yükselttik) kimisine fazla kuvvet, güç, şöhret, ilm verdik, kimisini de bu gibi vasıflardan nasipsiz kıldık (Tâki, bâzıları, bâzısını istihdam edebilsin) muhtelif vazifeler, hizmetler yüklenilerek dünyevî maslahatlar temin edilsin, âlemin nizamı bozulmasın. Bütün bu dünyevî tasarruflar, ihtilâflar birer hikmet ve fayda gereğidir. İşte insanlar bu dünyevî işlerde bile ilâhî taksime tâbi, ona müdahale selâhiyetine sahip bulunmuyorlar. Artık Peygamberlik ve risâlet gibi dinî, en yüce bir hususa nasıl müdahale edebilirler?. Bu husustaki ilâhî taksime nasıl olur da itiraza cür'et gösterebilir?, (ve Rab'binin rahmeti ise) Yâni: Peygamberlik ve risâlet ise, bir ilâhî kitabın vahyedilmesi ise, bu husustaki dünyevî ve uhrevî saadet ise (onların) o insanların (topladıklarından) dünyevî servetlerden, mevkilerden Elbette ki (hayırlıdır.) Dünyevî varlıklar nihayet yokluğa mâruzdur. Bu dinî varlık ise ebedîdir, en büyük saadete vesiledir. Artık böyle ebedî, kutsî bir nimete sadece dünyevî bir varlığa sahip olan herhangi bir şahsın daha lâyık görülmesi, Cenab-ı Hak'kın pek seçkin bir kulu olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın ise lâyık görülmemesi nasıl uygun olabilir. Neden böyle fâni varlıklara kıymet veriyorsunuz.


33. Ve eğer insanlar -küfre düşüp- bir ümmet olacak olmasa idiler elbette Rahmanı inkâr edenlerin evleri ve üzerine çıktıkları merdivenleri için gümüşten tavanlar kılardık.
33. Bu mübarek âyetler, dünyevî bir varlığa kavuşmanın haddizatında bir şeref alâmeti olmadığını bildiriyor. Eğer insanlar sadece dünya varlığına nail olan kâfirlere bakıp da onlar gibi küfre düşecek olmasalar idi Cenab-ı Hak'kın o kâfirleri âhirette daha ziyade azap görmeleri için bu dünyada her türlü süslü, muhteşem varlıklar içinde yaşamış olacağına işaret buyuruyor. Bu gibi süslemelerin, varlıkların haddizatında geçici bir dünya metaından ibaret olduğunu beyân ve ebedî olan âhiret nimetlerinin ise Allah Teâlâ'dan korkan, küfr ve isyandan kaçınan kullar için vadedildiğini müjdelemiş buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve eğer insanlar) yâni birçok câhil kimseler, bütün kâfirlerin dünya varlığına, ihtişamına nail olduklarını görüp de yanlış bir fikre düşerek onlar gibi küfre düşmüş (bir ümmet olacak olmasa idiler) Allah'ın dininden mahrum kalacak bulunmasa idiler (elbette Rahmanı inkâr edenlerin) rahmeti bütün âleme şâmil olan Yüce Allah'ın birliğine inanmayanların, şükür
vazifesini yerine getirmeyenlerin (evleri) için (ve üzerinde çıktıkları merdivenleri için gümüşten tavanlar kılardık.) yâni: O kâfirleri hikmet gereği öyle ziynetli, şeylerden meydana gelen ikâmetgâhlara eriştirirdik. Artık o kâfirler, öyle nimetlere nail oldukları hâlde onu kendilerine ihsan buyuran Yüce Yaratıcının birliğini inkâr etmiş, vazifeyi yerine getirmemiş olacaklarından dolayı âhirette daha fazla hesaba çekilecek ve azabı hak etmiş bulunacaklardır.


34. Ve evleri için -yine gümüşten- kapılar ve üzerine yaslandıkları tahtlar -yapardık-.
34. (Ve) O kâfirlerin (evleri için) yine gümüşten (kapılar ve) yine gümüşten olarak (üzerine yaslandıkları tahtlar) kanapeler yapardık, o kâfirlere dünyada böyle geçici bir varlık vermiş olurduk.


35. Ve alt un -ziynetler yapardık- bunların hepsi de dünya hayatının geçici geçimliğinden başka bir şey değildir. Ah i ret ise Rab'binin katında takva sahipleri içindir.
35. (Ve) O kâfirler için (altun) dan ziynetler yapardık, onları tam, umumî bir ziynete, ihtişama sahip kılardık. Fakat (bunların hepsi de) öyle gümüşten, altundan yapılmış tavanlar, kapılar, koltuklar vesaire (dünya hayatının) geçici (metaından başka birşey değildir) bunlar nihayet yok olacaktır, (âhiret ise) Ondaki ebedî ve çeşitli nîmetler, ziynetler, gönül açıcı manzaralar ise (Rab'binin katında takva sahipleri içindir) o ebedî nimetlere, varlıklara ancak Allah Teâlâ'dan korkan, küfr ve isyandan kaçınan kullar nail olacaklardır.
Kısacası: Hikmet Sahibi Yaratıcı dünyada bir kısım kâfirlere birçok varlıklar verir, bu onların hakkında bir denemedir, bir imtihandır, ilerde daha ziyade azaba düşmelerine bir sebeptir. Mamafih onların hepsini de öyle fevkalâde bir surette ziynetlere, ihtişamlara, dünya varlıklarına nail buyurmaz, aralarında birçok yoksullar da vardır. Bu hâl, yine insanlar için ilâhî bir rahmet eseridir, bir hikmet ve fayda gereğidir. Çünkü bütün kâfirler öyle bir umumî varlığa nâll bulunsalar, birçok
insanlar küfrün öyle bir varlığa vesîle olduğuna inanarak hepsi de küfre meyleder, îmandan mahrum kalarak ebedî felâkete uğramış olur.
İşte böyle bir bâtıl eğilime meydan verilmemesi hikmetinden dolayı kâfirlerin hepsi de aynı surette muhteşem bir varlığa sahip değildir. Müminlere gelince onların da hepsi bu dünyada öyle bir varlığa sahip bulunmamaktadırlar. Bu da bir hikmet gereğidir. Eğer bütün mü'minlerin tamamen dünya varlığına ulaşmaları takdir edilmiş olsa idi, insanların mü'min olmaları, sırf Allah rızâsı için değil, öyle bir varlığa erişme maksadına dayanmış olurdu. Bu ise samimiyete tam bir samimiyetle ilâhî dini kabul etmek vazifesine aykırıdır. Ciddî surette mü'min olan bir zât, öyle dünya varlığına kavuşmak için değil, sırf Allah rızâsına kavuşmak için, kulluk şerefine kavuşmak için mü'min olmuş olur, ibâdet ve itaatten, Allah'ın zikri ile kalbini aydınlatmaktan geri durmayarak ebedî hayatını tehlikelerden kurtarmış bulunur. Ne büyük bir saadet!.


36. Ve her kim O Rahmanın zikrinden gaflette bulunursa O'na bir şeytanı Musallat ederiz. Artık bu, O'nun için bir arkadaştır.
36. Bu mübarek âyetler, dünya varlığına dalıp da Kerem Sahibi. Yaratıcı'nın zikrinden mahrum kalmış olan kimseyi, gözleri bir âfete uğramış, şeytana arkadaşlık etmiş bir şahıs olarak teşhir ediyor. Şeytanların saptırmış oldukları şahısların aldanarak kendilerini doğru bir yola ermiş sandıklarını bildiriyor.. Öyle şeytanlara uyanlara bilâhare gösterecekleri pişmanlıkların bir fâide vermeyeceğini, hepsinin de birlikte azap göreceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve her kim o Rahmanın zikrinden) Kerem Sahibi Yaratıcıyı zikretmekten, âlemler için bir ilâhî rahmet olduğunu tasdikten kaçınır da (körlükte bulunsa) gözlerine bir âfet arız olmuş gibi
görmemezlik gösterirse (ona) o hakikati görmeyen bir inkarcıya (bir şeytanı musallat ederiz.) ona insanlardan veya cinlerden olan şeytan tabiatlı bir şahıs vesvese verir durur, birçok çirkin, haram şeyleri ona güzel ve caiz göstermeğe çalışır. (Artık bu) Şeytan şahıs (onun için) o körlük gösteren kimse için (bir arkadaştır) bir yoldaştır, ondan ayrılmaz, onu fenalığa sevk eder durur.
§ Usuv; Kast etmek, yüz çevirmek, körlük göstermek gözde bir âfetin meydana gelmesi demektir.
§ Nukayyiz; kelimesi de hazırlarız katarız, musallat kılarız manasınadır.


37. Ve şüphe yok ki, bunlar, onları herhalde doğru yoldan çıkarırlar. Ve onlar da zannederler ki, kendileri şüphe yok hidâyete erdirilmişlerdir.
37. (Ve şüphe yok bunlar) Bu şevtanlar (onları) o şeytanlara uyanları (herhalde doğru yoldan çıkarırlar) vesveseleriyle onları hidâyet yolundan Kur'an-ı Kerim'in gösterdiği din ve selâmet caddesinden mahrum bırakırlar, (ve onlar da) O şeytanlara uyanlar da (zan ederler ki: Kendileri) veya kendilerini saptıran o şeytanlar (şüphe yok hidâyete erdirilmişlerdir.) öyle şeytanî vesveselerin tesiri altında kalarak ne kadar sapıklıkta bulunmuş olduklarını anlayamazlar. Evet.. Bir takım güzelce tefekkürden mahrum kimseler vardır ki: Birçok ahlâksız, zararlı kimselere büyük kıymetler vererek onları körükörüne takdire ve takibe devam ederler. Fakat bir gün bu aldanışlarından haberdar olacaklardır.


38. Nihayet bize geldiği zaman -O arkadaşına- der ki: Keşke benim ile senin aranda iki doğunun uzaklığı olsa idi, -sen- ne kötü arkadaş!.
38. İste Cenab-ı Hak buyuruyor ki: o sapıtılmış kimse (Nihayet bize geldiği zaman) yâni: Kıyamette muhakemeye tutulduğu vakit ne büyük bir sapıklık içinde yaşamış olduğunu anlar, o yoldaşına, o kendisini sapıtmış olan şeytana (derki: Keşke benim ile senin aranda iki masrıkın) yâni: Doğu ile bâtının (uzaklığı olsa idi) dünyada birbirimizle karsı I as m as aydık. Sen ey Şeytan!, (ne kötü bir arkadaş!.) Bulundum, sen beni saptırdın, sen beni bugünkü bu fecî duruma düşürmüş oldun.


39. Bu gün size bu temenniniz, asla bir faide vermeyecektir. Çünkü zulmettiniz. Şüphe yok ki, siz azapta ortalarsınızdır.
39. Artık kıyamette o sapıklara Allah tarafından bir kınama ve tekdir için buyurulur ki: (Bu gün size) Bu temennîniz, bu pişmanlık göstermeniz (asla bir fâide vermeyecektir) pişmanlık zamanı geçmiştir (çünkü) siz dünyada iken kendi nefslerinize (zulm ettiğiniz) şeytanların vesveselerine kıymet vererek küfr ve isyanı fâideli bir sey zannedilir. Artık (şüphe yok ki,) simdi bu kıyamet gününde (siz azabta ortaklarsınız.) dünyada iken küfrü, isyanı ortak olarak islemiş olduğunuz gibi şimdi cehennemde de ortak olarak azap göreceksiniz. Bu, sizin kendi kötü amelleriniz, Hak'ka karsı kor, sağır kesilmenizin bir cezasıdır. Elbette ki, herkes lâyık olduğu bir akıbete kavuşur.



40. Artık sen mi O sağırlara işittireceksin?. Veya O körleri ve apaçık bir sapıklık içinde bulunanı hidâyete erdireceksin?.
40. Bu mübarek âyetler, manen sağır, kör, sapık olan kimselerin hidâyete eremeyeceklerini ihtar ediyor. Resül-i Ekrem hayatta olsun olmasın, o inkarcılardan herhalde intikam alınacağını haber veriyor. Yüce Peygamberimizin mazhar olduğu ilâhi vahiy doğrultusunda hareket etmekle mükellef olduğunu ve o ilâhî vahyin kendisine ve kavmine âid muazzam bir şeref bulunduğunu ve ondan sual olunacaklarını tebliğ buyuruyor. Hiçbir Peygamber'in Kerem Sahibi Yaratıcıdan başkasını ilâh
edinmemi; olduğunu beyân ile bu hususta bütün insanlığı irşâd buyurmak istemektedir.
Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. Sen elinden gelen gayreti sarfediyor, kavmini aydınlatmaya çalışıyorsun. Buna rağmen onların içinde bundan istifâde edemeyecek kabiliyette kimseler bulunuyor, onların o inkarcı hâllerinden müteessir olma. (Artık sen mi o sağırlara işittireceksin?.) Onlar manen sağırdırlar, senin o güzel, tebligatını işitip kabul etmek kabiliyetinden mahrumdurlar (veya) Ey Yüce Peygamber!. Sen mi (o körleri) o kalb gözleri kör kesilmiş inkarcıları (ve apaçık bir sapıklık içinde bulunanı) sapıklık içinde sabit olan herhangi bir şahsı (hidâyete erdireceksiniz?.) Elbette bu senin için mümkün değildir. Senin vazifen insanlara hidâyet yolunu göstermek, o yola teşvik etmektir. Hidâyete erdirmek ise ancak Allah Teâlâ'ya mahsustur. O Kerem Sahibi Yaratıcı, hidâyete kabiliyetli olup olmayanları bilir, ona göre ilâhî takdiri tecellî etmiş bulunur. Sen üzülme.


41. Eğer seni herhalde -onların aralarından- giderirsek, artık şüphe yok ki: Biz onlardan intikam alıcılarız.
41. Ey Yüce Peygamber!. (Eğer seni herhalde) Onların, o müşriklerin aralarından ölüm ile veya başka bir şekilde (giderirsek, artık şüphe yok ki: Biz onlardan intikam alıcılarız) onlar mutlaka o küfr ve isyanlarının cezasına dünyada da, âhirette de uğrayacaklardır. Ey Yüce Peygamber!. Sen teselli bul, senin de diğer mü'minlerin de öç aldıkları sonra gönüllerinin rahatlamasını temin edecek olaylar, ergeç vuku bulacaktır.


42. Yahut onlara vâ'd ettiğimizi sana göstereceğizdir. Çünkü biz muhakkak ki: Onlara güç yetiririz.
42. (Yahut) Ey Yüce Peygamber (onlara vâ'd ettiğimizi) o kâfirler hakkında takdir edilen azabı (sana göstereceğizdir) sen daha dünyada iken, onların başlarına gelecek felâketleri sen de görmüş olacaksındır. (Çünkü biz) Yâni: ben Yüce Yaratıcı (muhakkak ki, onların üzerlerine muktedirleriz.) onlardan dünyada da, âhirette de intikam almaya her şekilde kaadiriz. Onların azaba mâruz olabilmelerinde asla şüphe edilemez.
O inkarcılar, müşrikler hakkındaki ilâhî tehdit "vâ'd" tabiriyle ifâde buyuruluyor. Çünkü vâ'd-ı ilâhîde cayma yoktur, mutlaka vuku bulacaktır. O suçluların cezaları da muhakkak olduğu için vâid yerine vâ'd tâbiri tercih edilmiştir.


43. Artık sen, sana vahyolunmuş olana kuvvetle sarıl!. Şüphe yok ki: Sen bir doğru yol üzerindesin.
43. (Artık sen) Ey Yüce Peygamber!, (sana vahy olunmuş olana kuvvetle sarıl) Kur'an-ı Kerim'in hükümlerine uymaya devam et, o inkarcıların aleyhindeki ilâhî vâ'd, gerek alelacele ortaya çıksın ve gerek âhirete kalsın herhalde vâki olacaktır, (şüphe yok ki: Sen, bir doğru yol üzerindesin.) Senin tâkibetmekle mükellef olduğun yol, dosdoğru bir yoldur, o yolu tâkibedenler, herhalde cennetlere, nimetlere kavuşacaklardır. Artık o yoldan ayrılmak, elbette ki, asla muvafık olmaz.


44. Ve muhakkak ki. O, elbette senin için ne kavmin için pek büyük bir şereftir ve ileride sual olunacaksınızdır.
44. (Ve muhakkak ki o,) Sana vahyolunan Kur'an-ı Kerim, emredilen Islâmî hükümler (elbette senin için ve kavmin için pek büyük şereftir.) ismin baki kalmasına bir vesiledir. Arap lisânı üzere nazîl olan Kur'an-ı Kerîm, bütün insanlığa hidâyet yolunu gösteriyor, herkesi selâmet ve saadete davet ediyor, herkese en güzel ahlâk, medeniyet dersi veriyor. Artık bu, sizin için her türlü şerefe, iftihara vesîle olan pek muazzam bir ilâhî lütuftur. Bunun kadrini hakkıyla bilmelidir, (ve ileride sual
olunacaksınızdır.) o Kur'an-ı Kerim'in, o büyük nîmetin hukukuna ne derece riâyet edildiği, onun değeri bilinip bilinmediği ve şükrünün yerine getirilip getirilmemi; olduğu muhakeme altına tâbi tutulacaktır. Artık o uhrevi sorumluluğu düşünmeli, onun hükümlerine hakkıyla riâyete çalışılmalıdır. O ilâhî kitabın teblîğ ettiği Allah'ın birliği inancını, o mukaddes kitabın yüce beyânlarını bütün insanlık dünyasına yaymaya gayret göstermelidir.

45. Senden evvel Resullerimizden göndermi; olduğumuz zâtlara sor, biz O Rahmandan başka tapılacak ilâhlar yaptık mı?.
45. Ey Son Peygamber!. Sen o Kur'an-ı Kerim ile Allah'ın birliği inancını insanlığa teblîğ etmektesin, bu bir hakikattir. (Senden evvel Resullerimizden) insanlığı ilâhî dine davet için (göndermiş olduğumuz zâtlara sor) yâni: Onların hayat tarihlerini araştır, onları tasdik edene ümmetleri âlimlerinden sual et, başkalarına karşı hakikatin tecellîsini temîn için bu açıklamayı istemede, bir bakı; ve delil getirmede bir güzelce düşünme ve tefekkürde bulun. Resül-i Ekrem'e olan bu emr, asıl onun ümmetinin fertlerine yöneliktir. Çünkü Resül-i Ekrem'in böyle bir sualden uzak olduğu apaçıktır. (Biz o Rahmandan başka) Rahîm, rahman olan, vahdaniyet sıfatiyle vasıflanmış bulunan Allah Teâlâ'dan başka (tapılacak ilâhlar yaptık mı?.) böyle bir şey ile hükmettik mi?. Birçok mabudun varlığına inandık mı?. Ebette ki, olmadık. Bütün Peygamberler ümmetlerine Allah'ın birliğini teblîğ etmişlerdir. Bu hususta bütün Peygamberlerin icmaı vardır. Bu Allah'ın birliği akidesini insanlık âlemine yayan zât, yalnız Son Peygamber değildir. Artık hangi insaflı, akıllı bir kimse, bu temiz akidenin tersini tercih edebilir?. Ve Son Peygamberin teblîğ ettiği yüce dinin hükümleri aleyhinde bulunabilir?. Ancak kendi hevesine tâbi olanlar. Peygamberlerin o pek iyiliksever tebliğlerini, tavsiyelerini kabulden kaçınan kötü yaratılışlı şahıslar müstesna, onlar şirk ve isyandan ayrılmak istemezler.


46. And olsun ki, Musa'yı âyetlerimizle Fir'avun'a ve O'nun cemaatine gönderdik, binaenaleyh dedi ki: Ben şüphe yok âlemlerin Rab'binin bir elçisiyim.
46. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm'ın gösterdiği birçok ve birbirinden daha büyük mucizelere karşı Fir'avun ile ona tâbi olanların da, inkarcı ve alaycı bir vaziyet almış olduklarını haber veriyor. Ve o inkarcıların açılmasını temenni ettikleri azabın bertaraf edilmesi üzerine yine sözlerinden dönerek küfrlerinde ısrar etmiş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ, Resül-i Ekrem Efendimize teselli vermek üzere buyuruyor ki: Ey Son Peygamber!. (And olsun ki,) Seni kavmine vesâireye mucizeler ile desteklenmiş bir Peygamber olmak üzere göndermiş olduğumuz gibi (Musa'yı) da (âyetlerimizle) onun Peygamberliğini gösteren mucizeler ile, deliller ile (Fir'avun'a ve onun cemaatine) Kıbt kavminin ileri gelenlerine (gönderdik) onları ilâhî dine davete memur kıldık (binaenaleyh) Musa Aleyhisselâm onlara giderek (dedi ki: Ben şüphe yok âlemlerin Rab'binin bir elçisiyim.) sizi o Kerem Sahibi mabuda îman etmeğe davet ediyorum.


47. Ne zamanki: Onlara bizim âyetlerimizle geldi, onlar O zaman, bunlara gülüvermişlerdi.
47. (Ne zamanki,) Musa Aleyhisselâm (onlara) O Fir'avun ile etrafında bulunanlara (bizim âyetlerimizle geldi) âsa gibi, Yed-i Beyza gibi mucizeler göstererek onları tevhid dinine davet etti (onlar o zaman bunlardan) bu gösterilen mucizelerden dolayı bir inkâr ve alay maksadiyle (gülüşü verdiler.) o mucizelerin yüceliğini takdir edemediler.


48. Ve onlara âyetten bir şey gösterir olmadık ki, illâ O, diğerlerinden daha büyük idi. Ve onları âzab ile yakaladık, belki onlar geri dönerler -diye-.
48. (Ve) Halbuki, (onlara) O Fir'avun ile dostlarına (âyetten bir şey gösterir olmadık ki) Hz. Musa'nın bir Peygamber olduğuna, onun teblîğ ettiği ilâhi dinin
doğruluğuna dâir bir delil, bir mucize göstermiş bulunmadık ki, (illâ o) gösterdiğimiz âyet, hârika (diğerinden) kendisinden evvel gösterilen âyetten, hârikadan (daha büyük idi.) daha kuvvetli bir delil teşkil ediyordu. Bu mucizelerin arasındaki kardeşlikten maksat, aralarındaki pek fazla münâsebetin, benzeyişin, varlığına işaretten ibarettir. Bütün mucizeler, Musa Aleyhisselâm'ın risâletine, beyanatının doğruluğuna şahitlik edip duruyorlardır. (ve onları azap ile yakaladık) O inkarcılar, senelerce kıtlık ve pahalılığa müptela oldular, başlarına çekirgeler, kurbağalar yağdırıldı, nice felâketlere uğradılar (belki onlar geri dönerler) diye, küfrlerini bırakıp Allah'ın birliğini tasdik, o eşsiz mabuda kulluğa dönsünler diye öyle bir imtihana hikmet gereği tâbi tutulmuş oldular. Geçici belâlara uğradılar.


49. Ve dediler ki: Ey sihirbaz!. Bizim için Rab'bine bir dua et, sana verdiği ahdi hürmetine, şüphe yok ki, biz de elbette hidâyete ermişler oluruz.
49. (Ve) O inkarcılar ise o kadar açık âyetleri, mucizeleri gördükleri hâlde yine uyanmadılar, bilâkis (dediler ki: Ey büyücü!.) Yâni: Ey gösterdiği hârikalar, birer sihrden ibaret olan Musa!. Veya ey maharetli âlim!. Deniliyor ki; onların maharetli âlimlere sihirbaz demeleri bir âdet imiş. (bizim için Rab'bine bir dua et) Bizden bu belâyı bertaraf etsin (sana verdiği sözü hürmetine) yâni: O Kerem Sahibi Yaratıcıya îman ettiğimiz takdirde bizden bu azabın bertaraf olacağına dâir sana o Yüce mabudun vâ'di sebebiyle bu azaptan kurtulmuş olalım, (şüphe yok ki, biz de) bu azap bertaraf olunca (elbette hidâyete ermişler oluruz.) senin hakikaten bir Peygamber olduğunu anlarız, Allah'ın birliğini kabul ederiz, sapıklıktan kurtulmuş oluruz.


50. Vaktaki, onlardan O azabı açıverdik, O zaman onlar sözlerinden geri dönüverdiler.
50. (Ne zamanki, onlardan o azabı açıverdik) Hz. Musa'nın duasını kabul ederek o inkarcıları müptelâ oldukları musibetlerden kurtardık (O zaman) onlar, sözlerinde "durmadılar, ahdlarını bozdular (geri döner oldular) yine kâfirce yaşayışlarına devam ettiler. Nitekim bunların bu hâlleri. Araf süresinin (123, 124, 125) inci âyetleri ile de beyân buyurulmuştur. Binaenaleyh bu gibi inkarcı hâller, yalnız asr-ı saadetteki bir takım câhil kavimlere âid değildir, vaktiyle de nice inkarcılar görülmüştür. Artık ey Peygamber!. Sen müteessir olma!.
§ Neks; Bozmak, çözmek, dönmek manasınadır.


51. Ve Fir'avun kavmi için de nida etti, dedi ki: Ey kavmim!. Mısır mülkü ve altımdan akan ırmaklar benim için değil mi?. Hâlâ görmüyor musunuz?.
51. Bu mübarek âyetler de Fir'avun'un kavmi üzerinde nasıl tahakküm edici bir vaziyette bulunarak onları kendisine taptırmış olduğunu bildiriyor. Hz. Musa'nın peygamberliği hakkında nasıl boş şüpheler ortaya bırakmış olduğunu gösteriyor. Nihayet Fir'avun'un da, ona tâbi olanların da Allah'ın gazabına uğrayarak cihan tarihînde bir ibret teşkil etmiş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Fir'avun kavmi içinde nîda etti) Onların Hz. Musa'ya îman etmelerine mâni olmak için bizzat veya vasıtalı olarak ilânda bulundu (Dedi ki: Ey kavmim!. Mısır mülkü) onun hâkimiyeti, onda tasarruf selâhiyeti (ve altımdan akan ırmaklar) köşkümün, sarayımın, bahçelerimin veya emrimin altından akan nehirler (benim için değil mi?.) bu ırmaklar ise Melek nehri, Tulon nehri, Dimyat nehri, Tenîs nehri adındaki dört ırmaktan ibarettir, (hâlâ görmüyor musunuz?.) Bunlara bakıp da benim ne kadar kuvvete, saltanata sahip olduğumu anlamıyor musunuz?. Mel'un Fir'avun o fâni varlıklarına güveniyor, onlar ile iftihar ediyor, beyinsiz bir topluluğu kendisine taptırıyordu. Onların bir Yüce Peygambere tâbi olup hidâyete ermelerine manî oluyordu. Ve kendi bâtıl iddiasını takviye için şöyle de diyordu:


52. Yoksa ben O kimseden daha hayırlı değil miyim ki, O bir hakirdir ve -maksadını- neredeyse anlatamıyor.
52. (Yoksa o kimseden) O Musa'dan, Aleyhisselâm (daha hayırlı değil miyim ki,) ben geni; bir servete, bir hâkimiyete sahip bulunuyorum (O) yâni Hz. Musa (bir hakirdir) zayıftır, onun bir mülkü, bir kuvveti yoktur, (ve) maksadını (açıklamaya yaklaşamıyor) dilediği şeyi açık bir şekilde söylemeğe güç yetiremiyor.
Hain Fir'avun, Hz. Musa'nın değerini düşürmek için insanlara karşı böyle bir iftirada, bir teşhirde bulunmak istiyordu. Musa Aleyhisselâm'ın çocukluğu zamanında » mübarek lisânında bir nevî düğüm, bir pelteklik var imiş, fakat bilâhare Hz. Musa'nın Dilimden bağı çöz, (Taha 20/27)
diye vâki olan duası kabul buyurularak o ârızâ kendisinden zail olmuştu.


53. O'nun üzerine altından bilezikler atılmalı değil mi idi?. Veya onunla beraber melekler birbirine yardımcılar olarak gelmeli değil mi idi?.
53. Fir'avun, ortaya diğer bir şüphe düşürmek için de demişti ki: (O'nun üzerine) Hz. Musa'ya mahsus (altından bilezikler atılmalı değil mi idi?.) ki, onun peygamberlik iddiasına bir alâmet teşkil edeydi. Vaktiyle o kâfirler bir hükümdarın, bir hususa reis tâyin edilen şahsın kollarına altın bilezikler, boynuna altın halkalar takarlar imiş. artık Peygamberlik rütbesine sahip olan bir zâtın da böyle fâni, âdi gösteriş ile süslü olmasına lüzum görüyorlardı, (veya onunla beraber melekler birbirlerine yardımcılar olarak gelmeli değil mi idi?.) Onun peygamberliğine şahitlik etmeli, ona yardımda bulunmalı değil mi idiler?. Nitekim bir
hükümdarın, bir kumandanın emri altında nice kimseler bulunur.


54. Artık kavmine hakaretle baktı, derken onlar da O'na itaat ediverdiler. Şüphe yok ki, onlar, fasıklar olan bir kavim olmuş idiler.
54. Fir'avun, böyle boş iddialariyle kavmini aldatmaya çalışıp duruyordu. (Artık kavmine hakaretle baktı) onların ahmak, gösteriş meraklısı kimseler olduğunu dikkate alarak kendilerine böyle akla, hikmete uygun olmayan sözler ile şahsına taptırmaya çalıştı, (derken onlar da ona itaat ediverdiler) Fir'avun'un sözüne uyarak dinsizliklerinde sebat ettiler, (şüphe yok ki, onlar) O Fir'avun'un çevresindeki sapık kimseler (fasıklar olan bir kavim olmuş idiler) Fir'avun'un maddî kuvvetine, servetine büyük kıymet vermiş, onların aldatmalarına kapılmış, ona tapınmaya devam edip durmuşlardı.


55. Ne zamanki, bizi gazaplandırdılar, onlardan intikam aldık. Hemen hepsini de suda boğduk.
55. Yüce Allah da buyuruyor ki: (Ne zamanki) O kâfirler, öyle hakkı kabul etmeyip yeryüzünde kibirli bir vaziyet aldılar, fesata çalışmaya devam ettiler, bu kâfirce halleriyle (bizi gazaplandırdılar) ilâhî azabın kendilerine yöneleceğine sebebiyet verdiler, (onlardan intikam aldık) Kendilerini lâyık oldukları büyük bir azaba uğrattık (hemen onların hepsini de gark ettik) onlar nehirlere sahip olmakla iftihar ediyorlardı. İşte onların helaki da o iftihar ettikleri sular ile olmuştur. Çünkü Allah T e âlâ'd an başkasına güvenerek fâni bir şey ile gurura düşen kimseleri Cenab-ı Hak o şey ile helak eder.
§ Esef; Hüzne bağlı olan gazap etmektir.
§ İntikam; da kin ve öç almak manasınadır. Cenab-ı Hak'ka nisbet edilen gazap ve intikam tâbirleri ise müteşabihattandır. Bunlar, nefsin tepkileri kabilinden olduğu için Allah Teâlâ bunlardan münezzehtir. Binaenaleyh bunlardan maksat, lâyık olanların haklarında azabın, cezanın Allah'ın irâdesine bağlanmış olmasıdır.


56. Artık onları sonrakiler için geçmiş, ve bir ibret kıldık.
56. (Artık onları) O Fir'avun ile ona tâbi olan sapıkları Nil nehrinde boğarak (sonrakiler için bir geçmiş ve bir ibret kıldık.) yâni: Onları sonraki kâfirler için öncelikli bir helak örneği kılmış olduk ve yine onları sonraki milletler için bir ibret, bir öğüt veya misâl yerinde olan bir kıssa mesabesinde bulundurduk. Artık onların o küfrleri sebebiyle başlarına gelen felâketten sonraki kavimlerde bir ibret dersi almalı değil midirler?.
§ Selef; Bir şahsın veya bir kavmin geçmiş, tarihe karışmış olan önceki ataları demektir.
§ Mesel; İbret, kıssa öğüt, enteresan olan lâkırdı manasınadır.


57. Ne zamanki, Meryem'in oğlu, bir mesel olarak zikredildi. O zaman kavmin bundan sevinip bağrışmaya başladılar.
57. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâ'dan başkasını mâbud edinenlerin ve o mâbutlarıyla beraber cehenneme atılacaklarına âid olan âyet-i celîle hakkındaki müşriklerin yanlış inançlarına işaret buyuruyor. Hz. İsa'nın da Allah'ın nimetine kavuşmuş bir kul olup Isrâiloğulları için bir ibret bulunduğunu ve Cenab-ı Hak diyecek olsa insanların zürriyetlerini de melekler kılabileceğini ihtar ediyor. Ve kıyametin yaklaşmış olması için Isâ Aleyhisselâm'ın bir alâmet olduğunu ve kıyametin vuk'u bulacağında şüphe edilmeyeceğini haber veriyor ve açık bir düşman olan şeytanın aldatmalarına kapılarak sapıklığa düşmekten insanları şöylece men etmekte ve sakındırmaktadır. (Vaktaki, Meryem'in oğlu) Hz. Isâ (bir mesel olarak zikredildi) bâtıl mabutların kendilerine tapınanlar ile beraber ateşe atılacaklarını bildiren âyet-i celîle hakkında bir mücadeleye cüret gösterildi, (o zaman) Ey Peygamber!, (kavmin) Kureyş topluluğu (bundan) bu meseleden (sevinip çığırışır oldular.) ken yanlış kanaatlarının doğruluğuna inanarak sevinç içinde kaldılar.
"Ibn-i Abbas Radiallâhü Anha ve müfessirlerin çoğuna göre âyet-i kerîme, Abdullahibnu'z-zub'ârî Resûl-i
z ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler... (Enbiyâ, 21/98) âyet-i celilesi hakkında mücadelesi üzerine nazîl olmuştur.
Şöyle ki; Abdullah Ibnü'z-Zub'arî, Resül-i Ekrem'e demiş ki: Bu âyetin hükmü, bize ve bizim mabutlarımıza mı âid, yoksa bütün ümmetler için mi geçerlidir? Peygamber Efendimiz de buyurmuştur ki: Bunun hükmü, size ve sizin bâtıl mabutlarınıza ve bütün ümmetlerin bâtıl mabutlarına âidtir. Bunun üzerine o m e I'un demiş ki: Kabe için ,ben sana düşmanlık etmekteyim. Hıristiyanlar, İsa'ya, Yahudi'ler Üzeyr'e Melih oğulları meleklere ibadet etmiyorlar mı? Eğer onlar âteşe atılacaklar ise biz de kendimizin ve ilâhlarımızın onlarla beraber ateşte olmamıza razıyız. Bunun üzerine o melunun kavmi sevindiler, güldüler, sesleri yükselmeğe başladı.
§ Yasıddûn; Ferah ve neşe ile gülerek sesi yükseltirler demektir.


58. Ve dediler ki: Bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa O mu?. Bunu sana bir mücadeleden başka olarak söylemi; olmadılar. Hayır... Onlar düşmanlar olan bir kavimdirler.
58. (Ve dediler ki: Bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa O'mu?.) Yâni: Bizim taptığımız putlar mı daha fâidelidir. Yoksa Hz. Isâ mı? Madem ki İsa'da daha fazla iyilik s âh ipi olduğu hâlde âteşe atılacaktır, artık bizimde ve putlarımızın da ateşe atılmamızda bir sakınca yoktur. Bu müşrik herifin yaptığı bir mücadelenin ne kadar boş olduğunu teşhir için Allah Teâlâ da buyuruyor ki: (bunu) Bu meseli (sana bir mücadeleden başka olarak zikretmiş olmadılar) onların maksatları, kendi inkârlarını, düşmanlıklarını göstermek içindir, yoksa hakkı ortaya çıkarmak için değildir, (hayır...) Onlar Hak'kın ortaya çıkması için mesel zikretmiş olmuyorlar (onlar düşmanlar olan bir kavimdirler.) şiddetli düşmanlıklarından dolayıdır ki, böyle meseller zikrediyorlar, mücadelede bulunuyorlar.
"Bu müşrikler, şunu anlamıyorlardı ki: Müşrikler ile beraber cehenneme atılacak mabutlardan maksat, kendilerini mabut göstererek başkalarının kendilerine tapınmalarını istemiş olan Nemrut, fir'avun gibi kafirlerdir. Ve insanların kendilerine tapınmalarına razı olan dinsizlerdir, kendilerini sapıttırmış olan şeytanlardır. Hz. Isâ gibi zâtlar ise asla mâbutluk iddiasında bulunmamışlardır, onlar insanlığı ancak Kâinatın Yaratıcısına ibadet ve itaata davet etmişlerdir. Artık o âyet-i celîlenin Hz. Isâ gibi zâtlara asla delaleti yoktur. Ve o âyet-i kerîmede "men" lafzı değil "ma" lafzı bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki: O ateşe atılacak şeyher, o kendilerine tapılan putlardır, heykellerdir. Bunların ateşe atılmaları kendileri için bir ceza değil, belki onlara tapmış olanlara karşı bir şiddet göstermek, tapmış oldukları şeylerin ne kadar âciz, kendilerini bile muhafazadan, korumadan mahrum bulunduklarını meydana çıkarmak gibi bir hikmete dayanmaklardır. Bununla
beraber Tarafımızdan kendilerine güzel âkibet takdir edilmiş olanlara gelince, işte
bunlar cehennemden uzak tutulurlar. (Enbiyâ, 21/101) âyet-i Kerîmesi de Hz. Isâ gibi, Hz. Üzeyr gibi zâtların müstesna olup âteşe atılacak şeylerin "Esnam" denilen putlardır ki, onları kâfirler, altundan, gümüşten, taştan, ağaçtan yapıp onlara taparlar.


59. O başka değil, bir kuldur ki, O'nun üzerine nîmet verdik ve onu Isrâiloğulları için bir ibret kıldık.
59. Azap hakkındaki âyet-i celîlenin Isâ Aleyhisselâm gibi muhterem zâtları içine almadığına işaret için Allah Teâlâ buyuruyor ki: (O) Isâ Aleyhisselâm (başka değil, bir kuldur ki,) onun üzerine peygamberlikler, hârikalar gösterilmesiyle (nîmet verdik ve onu Isrâiloğulları için bir ibret kıldık) onun babasız olarak yaratıp ilâhî kudretin büyüklüğüne bir delil kılmış olduk. Artık öyle bir zât, nasıl mâbudluk iddiasında bulunur?. Nasıl kendisinin mâbud edinilmesine razı olur?.


60. Ve eğer dileyecek olsa idik, elbette sizden yerde melekler yaratırdık, sizin yerinize geçerlerdi.
60. Hz. İsa'yı mâbud edinen câhilleri ikaz için Yüce Yaratıcı buyuruyor ki: O mübarek zâtın babasız yaratılmış olduğunu Allah'ın kudretine nazaran çok mu görüyorsunuz?. (Ve eğer dileyecek olsa idik elbette sizden) ey insanlar!. İnsan nev'inden (yerde melekler yaratırdık) sizin zürriyetinizi melekler olarak dünyaya getirirdik, Allah'ın kudreti, hepsine de fazlasiyle kâfidir. Diğer bir yoruma göre de ey müşrikler!. Düşünmüyor musunuz ki, Allah Teâlâ dilerse sizi helak eder, size bedel yeryüzünde melekleri meydana getirir, hepsi de o Yüce mabuda ibâdette bulunurlar. Artık o melekler (size halefler olurlardı.) sizi müteakip yeryüzünde yaratılmış, Allah'ın birliğini tasdik ederek yalnız o eşsiz mâbud'a ibâdet ve itaate devam etmiş bulunurlardır.


61. Ve şüphe yok ki, O -Hz. Isâ- kıyamet için bir bilgidir. Artık O kıyamet hususunda bir şüpheye düşmeyin ve bana tâbi olunuz. Bir dosdoğru yol, budur.
61. (Ve şüphe yok ki: O) Isâ Aleyhisselâm (kıyamet için bir bilgidir) bir marifet vesilesidir. Çünkü onun babasız yaratılması, onun ölüleri diriltmeğe muvaffak olması, Allah'ın kudreti iledir. Artık o Yüce Kudret ile insanların da öldükten sonra yeniden hayata kavuşturulmaları elbette ki, mümkündür. İşte Hz. İsa'nın varlığı böyle bir bilgiye vesiledir. Bununla beraber Isâ Aleyhisselâm'ın yeryüzüne ineceği de kıyamet alâmetlerinden sayılmaktadır. Diğer bir yoruma göre de Kur'an-ı Kerim, kıyamete dâir bilgi veren kıyametin hâllerini bildiren ilâhi bir kitaptır (Artık o kıyamet hususunda bir şüpheye düşmeyin) Onun vuk'u bulacağı muhakkaktır, (ve bana tâbi olunuz) yâni benim gösterdiğim hidâyet yolunu tâkibediniz, Resulümün t ab lig atına göre hareketinizi tanzim eyleyiniz (bir dosdoğru yol budur) işte size böyle emr ve tavsiye edilen şeyler, dosdoğru bir yoldur, sizi Hak'ka kavuşturacak yol, bundan ibarettir.


62. Ve sakın sizi şeytan men eylemesin. Şüphe yok ki, o, sizin için apaçık bir düşmandır.
62. (Ve sakın sizi şeytan men eylemesin) Kalblerinizi düşüreceği vesveseleriyle sizi bu ilâhi yoldan, bu kutsal dinden mahrum bırakmasın, (şüphe yok ki: O) şeytan (sizin için apaçık bir düşmandır.) nitekim büyük atanız Adem Aleyhisselâm hakkındaki düşmanlığı malûmdur. O mübarek zâtın cennetten geçici olarak çıkarılmasına sebebiyet vermişti. Artık şeytanın vesveselerine kapılmamalıdır, Yüce Peygamberin gösterdiği hidâyet yolunu tâkibetmekten ayrılmamalıdır. Selâmet ve saadete ancak bu yol ile kavuşursunuz.


63. Ne zamanki, Isâ, o açık mucizeler ile geldi, dedi ki: Ben size muhakkak bir hikmet ile ve kendisiyle ihtilâfettiğiniz şeyin bâzısını size beyan için geldim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
63. Bu mübarek âyetler, Isâ Aleyhisselâm'ın kulluğunu itiraf eden yüce bir Peygamber olup mucizeler ile beraber gönderilmiş olduğunu ve kavmine neleri açıklamakla emrolunmuş olup onları tevhid dinine nasıl davet buyurmuş bulunduğunu bildiriyor. O kavmin ise daha sonra ihtilâflara düşmüş, müthiş bir azaba lâyık olmuş ve karşılarına ansızın gelecek olan kıyamet gününü bekler durumda olduklarını ihtar ediyor. O kıyamet gününde ise dünyada takva sahibi olmayan dostların birbirine düşman kesilmiş olacaklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müşrikler!. Isâ Aleyhisselâm'ın yüce mahiyetini bir kere düşününüz!. O sizin taptığınız putlar kabilinden midir ki, sizinle beraber cehenneme sevk edilsin!. O, bir Peygamberdir, kavmine Allah'ın birliğini tebliğ (Vaktaki, Isâ) O muhterem zât (o açık mucizeler ile) İncil gibi ilâhi bir kitap ile, ümmetinin kurtuluşunu temin edecek dini hükümlerden ile (geldi) Allah tarafından gönderilmiş oldu, onlara (dedi ki: Benim size muhakkak bir hikmet ile) içtimai hayatınızı tanzim edecek pek muhkem, pek fâideli bir kitap ile veya bir şeriat ile gönderildim (ve kendisinde ihtilâf ettiğiniz şeyin bâzısını size beyân için geldim) yâni: Allah'ın dinine, ahlâki faziletlere, içtimai olgunluklara âid olan ihtilâflarınızı aranızdan kaldırmakla emrolundum, sizi bu hususlarda irşâd ile, aydınlatmakla mükellef bulunmaktayım. Sadece dünyaya âid, dini hükümlere aykırı olmayan şeylere dâir beyanatta bulunmak ise Yüce
Peygamberlere âid vazifelerden değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte: (Siz dünyanıza âid işleri iyi
bilirsiniz, ben de dininizle ilgili işleri iyi bilirim) buyurulmuştur. (Artık) Ey ümmetim!. (Allah'tan korkun) İlâhî azabı düşünün, Onun Peygamberine muhalefette bulunmayın (ve bana itaat edin.) İlâhî din adına tebliğ ettiğim hususlarda bana tâbi olun, tekliflerime riâyette bulunun. Çünkü bir Peygamberin emrine muhalefet, onu göndermiş olan Yüce mabudun emrine muhalefet demektir.


64. Şüphe yok ki, Allah, o benim Rab'binidir ve sizin Rab'binizdir. Hemen O'na ibadet ediniz. İşte bu dosdoğru yoldur.
64. Isâ Aleyhisselâm, Isrâiloğulları'na hitaben şöyle buyurmuştur: (Şüphe yok ki, Allah) Yalnız kendisi ilâhlıkla vasıflanmış olan (O) Yüce Yaratıcı (benim Rab'bimdir ve sizin Rab'binizdir.) hepimizi yaratmış hayata erdirmiş, yaşamakta, beslemekte bulunmuş olan Allah, o ezeli mâbuddur. (Hemen O'na ibâdet ediniz) O'nun dinî hükümlerine riâyette bulunup, başkalarını asla mâbııd tanımayınız (işte bu) size tebliğ ettiğim ilâhî din, (dosdoğru yoldur.) bu yola girenler, asla sapıklığa düşmezler. Bu yoldan ayrılanlar ise ihtilâflardan çıkmaz yolları tâkibetmekten asla kurtulamazlar.


65. Sonra o guruplar kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Artık vay acıklı günün azabından o zulm etmiş olanlara!.
65. Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra o guruplar) O hristiyan denilen çeşitli fırkalar (kendi aralarında ihtilâfa düştüler) Hz. İsa'nın tavsiyelerine muhalefette bulundular, Melkâniye, Nesturiye, Yakûbiyye, gibi şubelere ayrıldılar. İçlerinden bir zümre Hz. İsa'nın yüce bir Peygamber olmakla beraber yine Allah Teâlâ'nın bir kulu olduğuna inanmıştır. Onlardan bir gurup ise Isâ, Allah'ın oğludur, diyerek şirke düşmüş, diğer bir gurup da Isâ, Allah'tan ibarettir diyecek kadar açık bir cehalet göstermiştir, küfr içinde kalmıştır. İncil kitabını da değiştirmişler, birbirine muhalif birden çok nüshalar tertib etmişlerdir. Maamafih Yuhanna'ya isnad edilen İncil'de Hz. İsa'nın şu mealde bir ifâdesi bulunmaktadır. "Ebedî hayat şudur ki: İlâhî hakikatin ancak Allah Teâlâ'dan ibaret olduğu, İsa'nın da Allah tarafından gönderilmiş bir Resul bulunduğu bilinsin."
Kısacası: Hıristiyan taifeleri ihtilâfa düşmüş, dinlerini değiştirmiş, nefslerine zulmeylemiş, kendilerini ebedî bir azaba aday yapmış oldular, işte Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Artık vay) Helak, felâket (acıklı günün) pek elem verici olan kıyamet zamanının (azabından o zulm etmiş olanlara) artık onlar öyle pek şiddetli bir azaba lâyık bulunmaktadırlar.


66. Onlar, kendilerine farkında olmadıkları hâlde ansızın gelecek olan o saatten başkasını mı gözetiyorlar?
66. (Onlar) Öyle zulm edenler, tevhid dinine muhalefette bulunanlar (kendilerine farkında olmadıkları hâlde ansızın gelecek olan o saatten) o kıyamet gününden (başkasını mı gözetiyorlar?.) nedir onlardaki o gaflet!. O bâtıl ihtilâflar!. Heyhat ki, onlar gafletten, cehaletten ayrılmıyorlar!. Onlar böyle bir hâlde yaşarlarken ansızın kıyametin müthiş belâlarına uğrayacaklardır.


67. O gün dostların bâzısı için düşmandır. Takva sahipleri müstesna.
67. (O gün) O kıyamet zamanında (dünyadaki dostların bâzıları bâzısı için düşmandır.) bu dünyada din için değil, âdi menfaatler düşüncesiyle birbirine dost görünerek bir takım günâhları işlemiş olanlar, âhiret âleminde bu hareketlerinin kötülüğünü anlamış olacaklardır. Birbirlerini sapıtmış olduklarından dolayı aralarında bir
düşmanlık bir nefret meydana gelecektir, (takva sahipleri müstesna.) Dünyada iken sırf Allah rızâsı için birbirini sevmiş, dinî vazifelerini yapmış olan mü'min kullar başka, bunların arasındaki dini kardeşliği, insanlık sevgisi âhirette de devam edecektir, bunlar birbiriyle güzelce görüşecekler, başkaları hakkında iyilik sever bulunacaklardır.
Evet.. Birçok kimselerin aralarında samimî ve ahlâkî fazilete dayanan bir muhabbetin tecellî edebilmesi için hepsinin de yüce bir gayeye yönelik bir dini terbiye ile donatılmış, bir yüce Yaratıcı'ya kullukta övünmeleri lâzımdır. Aralarında böyle bir birlik bulunan zâtların karşılıklı dostlukları âhiret âleminde de devam edecektir ve bunların hepsi de âhiret nimetlerine nail olacaklardır. İşte güzel bir İslâm terbiyesinin pek yüksek neticesi!.


68. Ey kullarım!. Sizin üzerinize bugün hiçbir korku yoktur ve siz mahzun olacaklar da değilsiniz.
68. Bu mübarek âyetler, müminlerin dünyadaki güzel amellerinin mükâfatına âhirette kavuşacaklarını bildiriyor, o İslâmiyet şerefine sahip kulların âhirette korkudan, hüzün ve kederden emin olarak nice kıymetli lezzetli ebedî nimetlere nail olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri âhirette mü'min, ve takva sahibi kullarına lütfen hitabederek buyuruyor ki: (Ey kullarım!. Sizin üzerinize bugün) Bu kıyamet âleminde (hiçbir korku yoktur) siz asla azap görmeyeceksiniz, (ve) artık (siz mahzun olacaklar da değilsiniz) dünyadan ayrılmış veya hangi bir şeyi elden çıkarmış olduğunuzdan dolayı bir hüzne tutulmuş da olamayacaksınızdır. Kalbleriniz bütün zevk ve sevinç içinde kalmış bulunacaktır.


69. Öyle kullar ki, bizim âyetlerimize îman ettiler ve müslüman oldular.
69. Böyle bir ilâhi hitap ile müjdelenen müminler (Öyle kullar) dır (ki,) onlar (bizim âyetlerimize îman ettiler) Allah'ın birliğini, yüceliğini gösteren delillerin, semavî kitapların beyânlarını kalben tasdik eylediler (ve müslüman oldular) ilâhî emirlere, nehylere boyun eğerek riâyette ve teslimiyette bulundular.


70. Siz de ve zevceleriniz de sevinç içinde olduğunuz hâlde cennete giriniz.
70. Artık âhirette o mü'minlere müjde için denilecektir ki: (Sizde ve) İman etmiş olan (zevceleriniz de sevinç içinde olduğunuz hâlde cennete giriniz.) Cenab-ı Hak'kın size ihsan buyurduğu nimetlerden tam bir zevk ve sevinç ile istifâde ediniz.
§ Hebr = Hubur; Yüzde parlaklığı görülecek bir şekilde olan mutluluk ve sevinç demektir.


71. onların üzerine altundan tepsiler ile ve deştiler ile dolaşılır ve orada canların hoşlanacağı ve gözlerin lezzet alacağı şeyler vardır, ve siz orada ebedîyyen kalıcılarsınız.
71. O mü'min, ve takva sahibi kullar cennete girince (Onların üzerine) çeşitli yiyecekleri, meyveleri içeren (altundan tepsiler ile ve) leziz sular, çeşitli şerbetler bulunan (deştiler ile dolaşılır) kendilerine cennet hizmetçileri vasıtasiyle ikram edilir (ve orada) o cennette (canları hoşlanacağı ve gözlerin lezzet alacağı) görmesiyle nurlar içinde kalacağı (şeyler vardır) onların en yücesi, en ruhanîsi ise Cenab-ı Hak'kın mübarek cemaline bakmaktan ibarettir, o bir Allah'ı görme tecellîsine kavuşmaktır. Ve o mutlu kullara lütfen hitabederek buyurulacaktır ki: (ve siz orada) O cennette (ebediyyen kalıcılarsınız) o cennet, bakidir, ona nail
olanlar da orada ebediyyen zevk ve sevinç içinde yasayacaklardır. Artık o nimetler yok olmayacaktır.


72. Ve işte bu, o cennettir ki, yaptığınız şeylerden dolayı O'na vâris kılınmış oldunuz.
72. Evet.. O Kerem Sahibi Yaratıcı, O mesut kullarına buyuracaktır ki, (Ve işte bu) yüce makam (o cennettir ki, yapar olduğunuz şeylerden dolayı) dünyada iken yerine getirmeye devam ettiğiniz güzel ibâdetlerin, itaatlerin mükâfatı olmak üzere siz (ona varis kılınmış oldunuz) yâni: O güzel amellerinizin mükâfatına kavuşturuldunuz.


73. Sizin için burada birçok meyveler vardır, onlardan yiyeceksinizdir.
73. Ey mutlu müslümanlar!. (Sizin için burada) Bu cennette (birçok meyveler vardır) çeşit çeşit, lezîz yemişler mevcuttur, siz (onlardan yiyeceksiniz.) o meyvelerden yiyip lezzet alacaksınız, onlar nihayet bulmayacaktır, onlar yine pek güzel manzaralar teşkil edip duracaktır.
İşte müminler için böyle ebedî nimetler, saadetler mevcuttur. Bir mü'min dünyada hikmet gereği bâzı ihtiyaçlara, sıkıntılara mâruz kalabilir. Fakat sabr eder, din yolundan ayrılmazsa işte âhirette böyle ebedî nimetlere nail olur. Kur'an-ı Kerim'in bir kısım âyetleri, müminlerin kalbi kuvvetlerini takviye için bu ebedî nimetleri tekrar etmektedir.


74. Kâfirler ise şüphe yok ki, cehennemin azabı içinde ebedîyyen kalıcılardır.
74. Bu mübarek âyetler de kâfirlerin kendi zulmleri yüzünden cehenneme ebedî surette atılarak azablarının asla kesilmeyeceğini bildiriyor. Ve o kâfirlerin cehennemde ölüp azaptan kurtulmalarını temenni edeceklerini, fakat onlar hakkı kabulden kaçınmış bulundukları için bu temennîlerinin kabul edilmeyeceğini ihtar ediyor. Ve onların bâtıl kanaatlerinin, gizli lâkırdılarının Allah katında malûm ve amel defterlerinde yazılı bulunduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Müminler hakkındaki ilâhî müjdeyi müteakip kâfirler hakkındaki ilâhî tehdidi beyân için buyuruyor ki: (Kâfirler ise) Dünyada Allah'ın dininden mahrum kalıp o hâl üzere ölüp gidenler ise (şüphe yok ki,) âhirette (cehennemin azabı içinde ebediyen kalıcılardır) o azaptan asla kurtulamayacaklardır.


75. Onlardan -bu azap- h afifi etlim ey e c e kt I r ve onlara bunun içinde şiddetli bir ümitsizliğe düşmüş kimselerdir.
75. (Onlardan) O kâfirlerden bu cehennem azabı (h afifi etlim ey e c e kt I r) onlar bir an olsun bu azaptan yakalarını kurtaramayacaklardır, (ve onlar bunun için de şiddetli bir ümitsizliğe düşmüş kimselerdir.) Artık cehenneme ebediyyen atılmış, kurtuluştan ümitleri kesilmiş, selâmete ermelerini istemeğe hâlleri kalmamıştır.


76. Ve biz onlara zulmetmedik. Velâkin onlar zâlimler oldular.
76. (Ve) Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (biz onlara zulm etmedik) O kâfirleri, suçlu kimseleri öyle bir azaba haksız yere uğratmadık (velâkin onlar zâlimler oldular.) kendi nefslerine zulm ettiler. Peygamberlerin tebligatını kabul etmediler, onların gösterdikleri delillere, mucizelere bakmadılar, kendi bâtıl kanaatlerinde devam edip durdular. İşte bilâhare uğradıkları azaplar, onların o bâtıl, daimi kanaatlarının bir neticesidir.


77. Ve seslendiler ki: Ey Mâlik!. Rab'bine dua et, bizim üzerimize -ölüm ile- hükmetsin. -Mâlik de- dedi ki: Şüphe yok, siz kalıcılarsınız.
77. (Ve) O kâfirler, öyle kurtuluş ümidinden, niyazından mahrum kalınca (nida ettiler ki,) yâni cehennemde nida edeceklerdir ki: (ey Mâlik) Ey Cehennem bekçisi (Rab'bine dua et bizim üzerimize hükm etsin) yâni: Bizi öldürsün, ruhlarımızı alarak bizi bu şiddetli azaptan kurtarsın. Mâlik de (dedi ki:) yâni: Onların bu boş temennilerini reddederek diyecektir ki: (şüphe yok, siz kalıcılarsınız.) Siz bu cehennemden ebediyyen çıkamayacaksınızdır. Artık siz, ne ölmekle ve ne de başka bir sebeple bu azaptan kurtulacak değilsinizdir.


78. And olsun ki: Biz size hakkı getirdik, velâkin sizin bir çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.
78. Allah Teâlâ Hazretleri o kâfirlerin cehennemde ebedî kalmalarının sebebini beyân ve kendilerini kınamak için şöyle buyuracaktır. (And olsun ki, biz size hakkı getirdik) Peygamberler ve semavî kitaplar vasıtasiyle hak ve hakikati size bildirdik, size kurtuluş yollarını gösterdik (velâkin sizin bir çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.) hakkı çirkin gördünüz, kabulden kaçındınız, ebediyyen yaşayacak olsanız yine o bâtıl kanaatinizden ayrılmamaya azmettiğiniz. İşte o pek fena kanaatiniz, hareketinizin bu şekilde cezasına
kavuşmuş oldunuz. Artık bundan asla kurtuluş yoktur.


79. Yoksa bir işi sapasağlam mı, tuttular. Artık şüphe yok ki, sapasağlam tutan bizleriz.
79. (Yoksa) O kâfirler. Yüce Peygambere karşı (bir işi) bir hileyi, kendilerine bildirilen hak ve hakikati inkâr hususundaki hareketlerini (sapasağlam mı tuttular?.) bir delile dayalı, sağlam bir kanaat mı sandılar?. Heyhat!. Onlar hileden, tuzaktan başka bir şeye başvurucu değildirler, (artık şüphe yok ki, sapasağlam tutan bizleriz.) Yâni: O kâfirlerin cezaya uğramaları hususunda kat'î hükmü veren, onların hilelerini başlarına çeviren ve her irâde buyurduğu tahakkuk eden zât, ancak Yüce Yaratıcı'd|r.

80. Yahut zannederler mi ki, biz onların sırlarını ve aralarındaki fısıltılarını işitmeyiz, hayır... Ve bizim elçilerimiz, onların yanlarında yazıyorlar.
80. (Yahut) O kâfirler (zannederler mi ki, biz onların sırlarını) içlerinde sakladıkları gizli kuruntularını (ve aralarındaki fısıltılarını) birbirleriyle gizlice, haince bir hâlde konuşmalarını (işitmeyiz) onlar, böyle pek fahiş bir kanaatte mi bulunuyorlar?, (hayır..) onları o zanları, o kanaatleri pek boştur, pek câhilcedir, biz onların bütün gizli ve açık kuruntularını, arzularını bilir, işitiriz, (ve bizim elçilerimiz,) Hafaza melekleri (onların yanlarında yazıyorlar) onların büyük, küçük, gizli ve açık bütün işlerini, sözlerini yazıp tespit etmektedirler. Artık o kâfirler, kendi hareketlerini, kendi düşüncelerini, o yüce yaratıcıya karşı nasıl gizli bulundurabilirler?. Ortak ve benzerden uzak olan, bütün m ah I û kat in Yaratıcısı bulunan Yüce Allah'ın birliğini kudret ve hâkimiyetini düşünmeli değil midirler?.


81. De ki: Eğer Rahman için -faraza- bir çocuk olsa idi, -O'na- ibadet edenlerin ilki ben olurdum.
81. Bu mübarek âyetler bütün Kâinatın yüce Rabbi olan Allah Teâlâ'nın evlâddan ve müşriklerin yanlış vasıflandırmalarından uzak olduğunu bildiriyor. O müşriklerin hâllerine Resûl-i Ekrem'in bakıp müteessir olmamasına ve o dinsizlerin vâ'dedilen kıyamet gününe kavuşup azap göreceklerine işaret ediyor. Ve göklerde ve yerde o hakîm ve alîm olan Allah Teâlâ'dan başka mâbud bulunmadığını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. Allah Teâlâ'ya evlâd isnad eden müşriklere (Deki:
Eğer Rahman için» rahmet ve inayeti bütün kâinatı Kuşatan kerem Sahibi Yaratıcı için sizin iddianıza göre faraza (bir çocuk olsa idi) onun erkek veya dişi bir çocuğu bulunsa idi, böyle bir şey doğru bir delil ile, açık bir kanıt ile sabit olsa idi, O'na, o çocuğa veya onun babası olan Allah Teâlâ'ya (ibadet edenlerin ilki ben olurdum.) ibadetten asla kaçınmazdım. Yâni: ben ki, bir Peygamberim, herkesten fazla Yaratıcımızın lütfuna, ilhamına mazhar bulunuyorum, artık ben o ibadetten geri dururmu idim?. Halbuki, öyle bir delil, bir kanıt asla m eve u d değildir. Bilakis Cenab-ı Hak'kın evi addan uzak olduğuna dair bir nice aklî ve naklî delil mevcuttur. Şüphe yok ki, o Yüce Yaratıcının tek olan zâtı ezelidir. O'nun kutsal varlığı, ortak ve benzerden ve bölünmeden münezzehtir. Bir zâtın evlâdı kendisinden sonra var olacağı için herhalde mahluktur, ve babasından bir parça demektir. Artık ezeli olmayan, parçalanma vasfına sahip olan bir mahluk, hiç mâbutluk sıfatına sahip olabilir mi?. Bütün Kâinatın Yaratıcısı olan bir ezelî mabudun çocuğu sayılarak ibadete lâyık bulunur mu?.


82. Göklerin ve yerin Rab'bi arşın Rab'bi -o müşriklerin- vasıflandırdıkları şeyden uzaktır.
82. Evet.. Şüphe yok ki: (Göklerin ve yerin Rab'bi) Olan, o muazzam âlemleri yaratıp yaşatan, ve özellikle göklerden ve yerden daha geniş olan (arşın Rab'bi) bulunan Yüce Allah, o müşriklerin (vasıflandırdıkları şeyden münezzehtir.) Evet.. Bütün bu Kâinatın Yaratıcısı, sâhipi olan o Yüce Mâbud, Allah Teâlâ'dır. O'nun zâtı, tek olarak hâkimiyete, yaratıcılığa, rablığa, mâbutluğa sahiptir. Artık nasıl olabilir ki, O'nun mahlûkatından herhangi biri O'nun bir parçası olsun, O'nun gibi mâbudluk vasfına sahip bulunsun?. Binaenaleyh Hz. Isâ da, Hz. Üzeyr de, bütün melekler de Allah Teâlâ'nın, o ezelî mâbud'un birer yaratılış eseridir. O'nun birer kulu olmakla övünmektedirler. Haşa, Onun oğulları, kızları değildirler. Bunun hilafını iddia, en cahilce, müşrikçe bir iddiadan başka birşey değildir.


83. Artık onları bırak, -boş işlere- dalsınlar ve oynaya dursunlar. O vâ'd olundukları günlerine kavuşacaklarına değin.
83. (Artık) Ey Yüce Resul!. (Onları) Allah Teâlâ'ya evlâd, ortak isnadına cür'et gösteren o müşrik, iftiracı kimseleri (bırak) o kadar açık delillere rağmen kendi yanlış kanaatlerinde ısrar edip duran o cahilleri terket, onlar kendilerinin boş, batıl düşüncelerine, işlerine (dalsınlar ve) dünyalarında pek boş, fâidesiz şeyler ile (oynaya dursunlar) bu zararlı hâllerine devam etsinler, (o vâ'd olundukları günlerine) kıyamet zamanına (kavuşacaklarına değin) onlar ancak o zaman kendilerinin nasıl bâtıl, zararlı kanaatte bulunmuş olduklarını anlayacaklardır, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.


84. Ve O, o -mukaddes varlıktır- ki, gökte ilâhtır ve yerde ilâhtır. Ve O hakkıyla hikmet sahibidir, hakkıyla ilm sahibidir.
84. (Ve O) Allah Teâlâ (o) kutsal zâttır (dir ki, gökte ilâhtır) bütün göklerde olanlar, yalnız O'nu mâbud bilir, yalnız O'na ibadet ederler (ve yerde ilâhtır) yerde olanların da mabudu yalnız o Yüce Yaratıcıdan ibadettir. Yerdekiler de yalnız o ezelî mabuda ibadet etmekle mükelleftirler ve başları dara gelince yalnız o Kerem Sâhipi Yaratıcıya sığınırlar, Ondan yardım beklerler, (ve O) eşsiz Mâbud (hakkıyla hikmet sâhipidir) mahlûkatını mükemmel bir hikmetle icâd ve idare buyurmaktadır ve (hakkıyla ilm sâhipidir) bütün mahlûkatının hâllerini, menfaatlerini tamamen bilir, O'nun ilim dairesinden hiçbir şey hariç kalamaz. Velhasıl: O Yüce Yaratıcının yaratmış olduğu eşsiz eserler muazzam âlemleri nazarı dikkate alan akıllı ve insaflı bir insan, o ezelî mabudun birliğini, çoluk ve çocuktan uzak olduğunu inkâr edemez. Bütün kâinat, o Kerem Sâhipi Yaratıcının birliğine, kudret ve yüceliğine birer parlak delil bulunmaktadır.


85. Ve Yücedir O, -Allah'ın zâtı- ki: Göklerin ve yerin ve bunların aralarında bulunan şeylerin mülkü O'na mahsustur ve kıyamet saatinin ilmi de O'nun katındadır ve
O'na döndürüleceksinizdir.
85. Bu mübarek âyetler, semâlara ve diğer yerlere sahip ve hâkim olan Allah Teâlâ'nın kutsiyetini ve kıyametin vuku zamanının ondan başka bilen bir zâtın bulunmadığını bildiriyor. Müşriklerin taptıkları putları kendilerine şefaat edemeyeceğini ihtar ve o müşriklerin birbirine zıt lâkırdılarını teşhir ediyor. Resül-i Ekrem'in duasına, imansızların hâllerinden müteessir bulunduğuna ve o dinsizlerin korkunç akıbetlerine işaret ederek o Yüce Peygambere teselli vermektedir. Şöyle ki: (Ve yücedir) Bütün noksanlardan münezzehtir, bütün yüce vasıflara sahiptir. (O) Allah'ın zâtı (ki: Göklerin ve yerin ve bunların aralarında bulunan şeylerin) bütün âlemlerin (mülkü) onlardaki engelsiz hâkimiyet ve tasarruf selâhiyeti (O'na) o mukaddes Yaratıcıya (mahsustur) O'ndan başka Yaratıcı ve bütün kâinata hakîm yoktur (ve saatin ilmi de O'nun katındadır) kıyametin ne zaman vuk'u bulacağını da ancak o Hikmet Sahibi Yaratıcı bilir (ve) ey insanlar!. Hepimiz de nihayet (O'na) O Yaratıcınızın manevî huzuruna (döndürüleceksinizdir) artık her birinizi hak ettiğiniz şeye göre mükâfatlara veya cezalara uğratacaktır.


86. O'ndan başka ibadet eder oldukları şeyler, şefaat etmeğe sahip değildirler. Ancak o bilir oldukları hâlde Hak'ka şahitlik edenler müstesna.
86. Müşriklerin (Ondan başka) o mukaddes âlemlerin Yaratıcısından başka (ibâdet eder oldukları şeyler) putlar, o müşriklere yarın âhiret gününde (şefaat etmeğe sahip değildirler) o müşriklerin bu hususta sözleri, iddiaları boştur (ancak o bildikleri hâlde) bir ilme, bir basirete, dayalı bir şekilde, (Hak'ka şahitlik edenler müstesna.) Yâni: Kelime-i tevhîd ile lisânlarını süsleyen, güzel inançlar ile kalblerini aydınlatan melekler gibi, Hz. Isâ gibi zâtlar, Cenab-ı Hak'kın izniyle lâyık olan kimseler hakkında şefaat edeceklerdir.


87. Ve and olsun ki, eğer onlara soracak olsan ki, kendilerini kim yarattı?. Elbette diyeceklerdir ki: Allah. O hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?.
87. (Ve and olsun ki, eğer onlara) Allah Teâlâ'dan başkasına ibâdet eden müşriklere (soracak olsan ki, kendilerini kim yarattı?.) kendilerinin Yaratıcısı hangi zâttır (elbette diyeceklerdir ki: Allah) yarattı. Bu hususta O'nun bir ortağı yoktur. Bu hakikati artık inkâr edemezler (o hâlde nasıl oluyor da) o müşrikler (yalnız Allah Teâlâ'ya ibâdetten çevriliyorlar!.) itiraflarına muhalefette bulunmuş oluyorlar. Çünkü Yaratıcılığın ilâhlık zâtına âid olduğunu itiraf edenler, O'ndan başka bir şeyin mahlûk olduğuna o Yüce Yaratıcı'nın tasarrufu altında bulunduğuna inanmış olurlar. Sonra mahlûkata ibâdet etmekle onlara da Yaratıcılık ve mâbutluk isnad etmiş oluyor ki, bu hâlleri, son derece bir cehalet, bir beyinsizlikten başka birşey değildir.


88. Ve O'nun yarabbü. Muhakkak ki, onlar îman etmez bir kavimdir, demesi de Allah katında bilinmektedir.
88. (Ve O'nun) O Son Peygamberin (Yarabbü. Muhakkak ki, onlar) O müşrikler (îman etmez bir kavimdir, demesi de..) Allah katında malûmdur. Diğer bir yoruma göre Allah'ın beyânı. Peygamberin yüce sânına işaret için bir yemini içermektedir. Bu takdirde buyurulmuş oluyor ki: Resûl-i Ekrem'in: Yarabbü. Diye niyaz etmesi hakkı için: O müşrikler îman etmez bir güruhtur.


89. Şimdi onlardan yüz çevir ve selâm deyiver, artık ileride bileceklerdir.
89. Allah Teâlâ da Yüce Peygamberine teselli vermek için buyuyor ki: Ey Yüce Habibim!. (Şimdi) Sen (onlardan) o hakkı kabul etmeyen müşriklerden (yüz çevir) onlardan
uzakla;, onların sözlerinden müteessir olma, (ve selâm deyiver) onlara iyilik severlik göster, onlara kendilerinin hoş olmayan lâkırdıları gibi bir şekilde hitabta bulunma, kendilerine bir ahlâkî fazilet dersi vermiş ol.
Bu selâmdan maksat, Selâm-ü Aleyküm demek değildir, belki aralarında bir antlaşma, bir saldırının bulunmadığına bir işaretten ibarettir. Maamafih bu selâmdan maksat, bir iyilik severlik eseri olarak onların selâmet ve hidâyete ermeleri hakkında bir duadan ibaret de olabilir.
Müslüman olmayanlara selâm verilip verilmeyeceğine dâir, fakihler arasında farklı görüşler mevcuttur. Onlara gerektiğinde en doğru olan yalnız "selâm" denilip "esselâm-ü aleyküm" denilmemesidir. (artık) Onlar, öyle küfrlerinde devam ederlerse (ileride bileceklerdir.) küfrlerinin korkunç akıbetini görüp anlayacaklardır. Ahirette azap görecekleri gibi dünyada da bunun cezasına uğrayacaklardır.
Bu ilâhî beyân, Resül-i Ekrem hakkında bir teselliyi, bir müjdeyi içermektedir. Kâfirler hakkında bir tehdit-i ifâde eder. Gerçekte Cenab-ı Hak Yüce Peygamberine olan bu müjdesini yerine getirmiş, O'na cihâdı meşru kılmış, birçok kavimler, İslâm şerefine ulaşmış, İslâmiyet, doğu ve batıya yayılmıştır. Günden güne birçok zümreler de bu şerefe nail olmaktadırlar .Dinsizliklerinde devam edenler de lâyık oldukları akıbete ergeç kavuşacaklardır. Nitekim bu mübarek süreyi tâkib eden Duhan Süresindeki bir kısım âyetler de o akıbete işaret etmektedirler. Hak T e âlâ Hazretleri cümlemizi İslâm nimetinden mahrum bırakmasın. Peygamberlerin efendisi hürmetine Amin...
  Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Bookmarks


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +2 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:43.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, yasaya aykırı yada telif hakkı içeren paylaşımları iletişim bölümünden bizlere bildirebilirsiniz